1. Basım: Kasım 2004, KÜL yayınları, Ankara, 94 sayfa. "Çekirge Sevişmeleri", "Kokular ve Korkular", "Eski Sesler" olmak üzere üç bölümdür.
2. Basım: Haziran 2010, MÜHÜR kitaplığı, İstanbul, 80 sayfa. "Çekirge Sevişmeleri, "Kokular ve Korkular", "Eski Sesler", "Söz Arası" olmak üzere dört bölümdür.
(Her türlü hakkı saklıdır. Hiçbir şekilde şairinin izni, ismi olmaksızın ve kaynak belirtilmeden alıntılanamaz, kullanılamaz. Aksi türde kullanımı halinde yasal yaptırım uygulanacaktır.)
EXDUHUL
“gösterin bana ağrınızı: tanrı gelmeyecek
bir daha.” soğuksa, sabahsa bir pazar,
aradıkları mutlak kahve kokulu
bu mutfaktı. ayaktaydı adam, zorlanarak
kuyusundan çekiyordu koyu, çamurlu sesini:
“ne tuhaf, alışıyor insan acıya da.”
sakin bir kasım kımıldıyordu dışarıda: otların
gürültüsünden ürküyorlardı, korkunç ürküyorlardı
musluk damlasa, ayağı kaysa bir çekirgenin. çıldırmış
rüzgârın kasıklarında çatlıyordu aç bıraktığı ağaçlar.
ne söylediğinden değil, nasıl söylediğinden etkileniyordu
kadın: konuşmuyordu da sanki sıcak bir somunu
ortadan ikiye ayırıyordu: “eski aşklarıyla başka
bir yaşamı olabilir mi insanın? hadi, esirgeyin
tedirginliğinizi, yanıltın beni!” korkuya
alışmıştı kadın geri dönemezdi.
uzun uzun topladı saçlarını:
"yokken sevildiniz siz, hiç olmadığınız kadar,
bilmeseniz gider miydiniz?” eski kentlerini
dolaştı yüzünün ve merak etti: “başlangıcı sonucundan
tanıdığımız yıllar mıydı? akreple yelkovanın terazisi
sanıyorduk dengeyi.” belli belirsiz gülümsedi,
ışıdı çocuk dişleri: “delirdikçe öğrendim MU,
tahterevalliyi seviyordu zaman
ve ağrı hep ağır geldi.”
kahveden bir yudum aldı ve incindi
bileklerinin duruşundan. hırsla dolayıp parmaklarını alnına,
güvende hissetti yeniden ve alıştığını ayrışmaya:
“aşk bir ilişkinin neresidir Mu?
algıların yuvarlanması, duyarlığın yumuşaması,
kesinliğin keskinleşmesi bir anda mı olur,
yoksa yavaş yavaş mı?” kanın kıpırtısız
pıhtılaştığı geceyi itti: “kekeme bir kentin
sokaklarında dolaşıyordu karanlık.
kalabalıktan korkup…” üşümüştü, kendini henüz anlayan
birini giyinip oturdu adam. “…koluma dokunmuştunuz.
yan yana yürüyoruz sanıyordum oysa siz sessizce
gövdenize gömülüyordunuz. sizi içimden
atabileceğim zamanlardı, ama
acıyı boşluktan daha çok seviyordum.”
ses etmekten çekinerek
koydu fincanı tabağına. bir anda,
nereden ise masada bir rahatlık,
arkasına yaslandı: “durmadan deri değiştirmenizden
hiç şikayet etmiyordum, durup durup geri çekilmenizden
:en derin yalnızlıklar, en tutkulu aşklarda büyür.
gitmeseydiniz nasıl öğrenirdim MU,
içi oyulan ağaç hala yeşerirken,
kabuğu soyulan ölür.”
pencere pervazı ciğeri parçalanarak
üç kere öksürdü. muhtemelen yağmuru sevmiyordu
azaldığını duyan bulut. sıvazladı kaslarını
retinasıyla ve arzuyu anımsadı kadın;
anımsamak tuzunu çıplak kayalıktı,
vantuzunu açık ağzının. acıyı bilmekti acı veren.
telaşla, terkisinden tanıdık bir yüz çıkardı:
“yanıldım MU, görüldüm sandım.
anlamadığının ardını göremez ki insan.”
yüzüne baksa, katıla katıla ağlayacaktı. ağlamadı:
“sevseniz ne güçlü olurdum.”
hiç bıkmadan bir kuyunun taşını örüyordu adam
:duymuyordu, uzağında duruyordu
sözlerinin: “hep saklayıp biriktirmeyi sevdiniz
saklanıp biriktiniz siz kimdiniz?”
bacaklarını iskemlenin ayaklarına dayayıp
dizlerini birleştirdi, evindeydi nihayet,
öne eğildi: “tanıyın artık beni, vakit göründüğünden
de geç: öfkenin ölçüleri değişti.”
kaygıyı gördü kirpiklerinin altında dağ köyü. kuyunun
üstünü örtmüştü köklenen, tohuma durmuş sarmaşık.
oysa dili, o dişleri öpüşürken aslanağzı. ıslak
bir izin büyüsüyle yanağına uzandı: buz
kesti avcunun sıcaklığı: “ihtimaller niye acıtır ki?
öfke, beklentiyi mi biler insanda?
ruhların sınanması mı aşk?” kıyasıya baktı adam,
bir kadına, bir dışarıya: “kaç yeryüzünden
oluşabilir ki arzküre? nereye gelsem,
kendimi de yanımda getirdim.
rahatsız ol varlığımdan.”
aşağılara düştü yorulan
rüzgâr,kıyılmış yaprakların arasına. ölü bir gövdeyi
sürüklüyordu karıncalar. gökyüzü hiç durmadan
gidiyordu. koptu kopacaktı sağanak.
haberi olmadı otların.
KOKULAR VE KORKULAR
iz uzun sürer
gözlerini eğince gece:
--kokular karanlıkta yerini almıştı: çürük
bir aşk için tüm zaaflar hazırdı. yeni yıkanmış
tanrılar gibiydik: gülebilirdik ve her an ölebilirdik.
öylesine yakındı korku ve tutku
kipleri ve kekreydi öylesine,
dikkatliydi, tedirgin bekliyordu irisinde
gergin bir sürüngenin ve devrik dinliyordu, itinayla.
konuşan kimdi? sarışın mı kim bu ağız, seğiriyordu.
kokular kibar kızlar gibi gülüşüyor, sürekliliğin gerçeklik
olmadığını fısıldıyordu korkulara
yorulunca uğultusundan pencereyi açtı,
usul usul soyundu. korkuyla kokunun
aralığında gidip geliyordu. ürkek bir solucan
gerindi alt dudağında: hiç var olmazdın
sevilmeye ihtiyaç duymasam,
gövdemi görmezdim dokunmasan
:kendimi bulduğumda aradım,
gecede kesilmiş bu çim kokusu nereden
geliyordu? taşikardik rüzgâr göğsüne yaşlı
bir kasımı yaslıyordu. çıldırabilirdik
yolda olmasak! ölümsüz öpüşlere alışkın
bir arp sesi arabayı sarsıyordu sakin,
uzaktı,
çözemedi yarasını hâlâ sıcaktı,
her ağızda öptüğüm
aynı kördüğüm--
:dalı kadar uzar kök...
BEKLEYİŞ
hep sizi konuşuyoruz,
--çayını soğuk seven bardak, kayserili
ve çıplağından utanmayan konsol ve soluyan
soğuk bir ahize, kirli:--
geceyi odaya dolayan yer.
kapıyı örten öfke
kendine döner,
--isteseniz, bir göğü tutup kulağından
neredeyse getirebilir bu ada çayı
buğusu ve ıslanmış deniz ve--
:beklemiş kan pıhtılaşmaz.
ELEŞTİRİ
“ateşi söndür. kaynıyor kösnül uyum ve gerçek.”
ardına yaslanır eteğini indiren deniz
rüzgâr arasında kımıldanır,
--albatrosun biri, deli midir nedir,
kanatlarını sıyırıp, sert
dik bir heyecanla suyu uyandırır,--
sırtı acır suyun, yüzüne döner,
--baktığı değil, yırtılan çamurlu bir gök,--
deniz salavat getirir:
“kaliteli bir vajenden öğrendiği
düğümdür ganimeti
yaşlı denizcilerin,
eleştiri ritüelinde,”
--korkmaz su, sesi izler:--
“yüzünü görmez ateş.”
KÖKLERİ SUYA DEĞEN AĞACIN ŞİİRİ
1/
soğuktu
çekildi içine, geriye
bekledi
derisinde dişleriyle yürüyen
2/
gerildi örtüsü, çürüyen
kabuk suçsuzdu, tedirgin
çıtırtıları dinliyordu çıkıntılar
uçları arıyorken bir çatal, yorgun
koptu birden, korktu mu,
hırsı taşıyacaktı tohum
3/
kimdi
kendini hiç giyinmedi
kozada kurumuş larva
alışmalı zamana ve ağlara
gölgeler, gözeler, izler
ve girintilerde akşam kırıkları
4/
üstüne serilen ses mi, ıslak
rüzgâra alışkın oysa tenha teni
nasılsa bırakıp gidecek, reçine
ölü örümceği dingin izledi
uçamadı yusufçuk
yaprakların ağzı yüzü şarap
5/
bittiği yerden başlıyor, berrak
dalga dalga geliyor,
soluk alamıyor, toprak
çekiliyor üzerinden
yaklaşıyor,
kokuyu duyuyor:
6/
içgüdü mü incelik mi
itinayla sarıyor damarları
her şeye rağmen, her şeye hazır
bir ikindi...
YÜRÜYÜŞ
neredeyse geceydi, yürüdü yüzünü yaşlı ev. gücünü
küçümsemişti yorgunluktan, yolun kuytusunda kudurmuş
otlar. her şehre aynı sokaktan girerdi yabancılar. henü
saçını sarıyorken deniz, bu hırlayan, hıncahınç gökyüzü müydü
ayın damarlarını suya sallayan? yüzeyde bırakıp yağlı algıları,
boz-bulanık, zamanın ve mekanın bu eriyiğinden sapsız
bir acıydı dibe çöken, yapayalnız... hâlâ vakit vardı,
hiç kimseye duyurmadan, usulca ve çok saklı yürüdü
şakaklarına, pervazda sallanan acaba kim bir anlam.
kum saati unutuyordu incelikle seni seviyordum anlarını
:yeni yıkanmış bir sabah, gitme daha erken bir akşam.
kocası şehre gelmiş kadınların soluğu itinayla soğuyordu
tabakta yarım bırakılmış ön sevişme, oksitlenmiş dudak izleri,
ıslak, ağrılı giyilmiş bol kazak, ilginin üzerinde söndürülmüş
salem light, saygıyla öpülmüş parmak uçları, kaçak
bakışları saklamış saksıdaki çatlak: bir aileye ait olmanın,
kirpiğin altına yerleştirdiği güvenli, sorumlu boşluktan,
fark edildikçe gizlenmiş tutku,
naftalinleyip ellerini çekmecelere sermiş.
cama dokundu mu kırık bu rüzgâr?
koridorda kan lekeleri...
KİRALIK KALEMİN ŞİİRİ
ben kiralık kalem buradayım
yazdığımdan öğrenirim yaşadığımı
bu kurşun, bu nereden girmiş niyazi sayın sandığı
ısırıklarla abanır kapağıma karıcığım bir yaşam
acıkıp dişlerim her sözü söylemediğiniz
için öğrenemediğiniz yerinize götürür ateş
yakar sahilde şiiriniz sahi şairsiniz siz
avucunun damarıyla emzirir ağzımı kapatan
çağrılmayan yolcuyum konuşmayız uyur uyanıp
kasırgaların oynaşıdır aklım bir de dalgınların
sanırım harfim sanırım insan ağlamaklı akşam akşam
aşk sanırım her çatırtıyı kendime katlanırken
ben kiralık kurşun kalem
KARDAN ADAM VE KARLAR ERİDİĞİNDE
DONMUŞ BULUNACAK KEDİ YAVRUSU
ürkütseler güvercinleri uçacak ellerin, okşansa bahar sanacak
saçımda gezinirken, yazılsa tarih olacak bir aşkın
terinden soğuyacağını bilmez. çağrılsa gözü kara
sevgili olacak bakkalın yanından geçerken, öpülse
yaraları iyileşecek dizlerin, karanlıkta bir çift vatkanın
ve alelacele giyinilmiş kesin ifadenin
peşinden dolandığını da bilmez. üstelik gürül gürül akan hayatın
bir kadının açılan bacağından olmadığını düşünmezsin henüz
beklemeyi bile öğrenmemişken.
usulca yerini alan selamlarla başlarsın sabahçı kahvesine,
gevrek simide ve yüz gram peynire. ısıttığın avcunun
çay bardağı kadar olduğuna aldırmaz bir çocuğu büyüten yüzün.
hep bir mısradan ödünç alındığını sandığım zarafetin,
karşılıklı oturur keskinliğinle. kirpiklerin paslanıp kırıldıkça
erkek olur o yavru kedi mırmırlığındaki gözler.
kahramanlık tükürmedikçe dünyaya, aldırmaz hiç kimse
yarığındaki yalnızlığa.
derdi gücü sana yetişmek olan yağmura inat,
yağmuru delen damlaların belini sararak,
“seni ben ellerin olasın diye mi sevdim”
yokuşuna tırmanır, alelacele yetişirsin kendine;
anlaşılmadığın, sanıldığın ilişkilerde.
birine tutunduğun kopuk uçlardan dolanırsın
sevgi yumağına. heyecanla beklenen
bir mektup yerine, posta kutusuna sıkışmış sıradan
bir şeyler gibisin, arasalar var olacaksın.
oysa birdenbiredir tüm alışkanlıklar;
hızı kav-ramaktır aşklar
kısaca alışılıp terk edilmişsin.
işte yağmur, gece.
'kendim'leri izlerken karanlık, “bir yerine geldim
ki gecenin sen yoksun” yarığına yığılıyor, hep kara
kalemle çizilmiş sandığım, keskin,
dünyaya meydan okuyabileceğine inandığım yama
köşesine çekiliyor küçük yahudi hüzünlerinden,
taş plakta dönen, kırık:
--onu bende yaşayan
anlaşılmamış bir tohum
beni onda yaşayan
çorak topraklar--
hiç var olmayacaksın yazmasam ve hiç
öğrenmeyeceğim yoksulluğu varlığından. ağzım küf
kokmayacak dehlizimde dolanmasan. küfreder
gibi susmayacağım seni anlayabildiğim kadar sanmasam.
binlerce insan var seni binlerce yapan.
hiç kimse kendisinde yaşadığından
başka senler olabileceğini düşünmez.
aslında bir şarkıya dolaştığını kimseler bilmediğinden,
“seni ben ellerin olasın diye mi sevdim”
yokuşunu hep yalnız çıkarsın, uçuklayan
bir ıslıkla, gecenin çok saklı sokağına. ürkütmekten
korkarak elinin güvercinlerini, kimseler dokunmaz saçlarıma.
yazılsa tarih olacak bir aşk, üşür küçülür kalır ortasında.
BAŞKALARININ TOPRAĞINA KÖK SALAN AĞACA, DALLARINA DOLANAN KUZEY RÜZGÂRININ SÖYLEMEDİKLERİ
ne çok giz vardır anlatmakla yükümlü olduğum, ne çok siz
beni ben yapan inceliği silkeleyip kabuğumu sevdiniz.
“ne zaman geldimse gittiniz / ne zaman yaklaştımsa ittiniz.”
ne zaman uzansam kuşkunuz düşer önüme.
bir kayayı örerken varlığını unuttuğunuz
ve her nasılsa göz bebeğinize açılan
uçurumu düşerim, sizi size anlatabilmek için.
kendini kin ve öfke ile savunmayı henüz öğrenmemiş
bir çocuk solumasa, çatlağınızdan sızabilmek için sarsılmazdım
:sizde neler yaşayacağım bir bilseniz.
anıları akşamın ateşiyle demleyip ısınıyorsunuz.
yetişemediğiniz için bekliyorsunuz
:dönüşlerdir gerçek yolculuklar.
yarıları dikkatle tamamlıyor acılar.
erken büyümüş çocukların gözlerini bilirsiniz.
görmese de bilir
tutkularıyla yalnız bırakılanlar.
tırnaklarıyla okşuyor yüzünüzü zaman.
akrebe geçirdikçe dişini
ı
lık
ı
lık
ı
lık
düşüyor yelkovan odanızdan. akşamın didik didik ettiği
yaranıza küfür basıyorsunuz. kirleniyorsunuz
sesin çamurunda. söylemeseniz de biliyorum
nefreti, bilir kayıp bir adres gibi
tekrarlarda bulunmuş duygular.
(alelacele bir incelik oysa sevgi.
ihtiyaç duyduğunu, ihtiyacı olmayana verme çabası.
yalnız sevgi terbiye edebilir insanı. kimi zaman budar,
çaresiz bırakır; kimi zamansa kökleri ve dalları birleştirip
gövdeyi doğrulur. her deneyimin yalnız sevmeyi
bilmek için yaşandığını görebilseniz.)
zarifsiniz, korkudan korkuyorsunuz siz.
öyle sıkı kavrıyorsunuz ki kuralları, çağırsam, kuru bir dal
vantuzumda! sizi kırmak ya da taşımak değil,
solungaçlarınızı tanıyın istiyorum.
‘sanırım tıpkı ben’ sanrınızla,
sevinç ve kederiniz öylesine başkalarına ait ki…
:başkalarının toprağına kök salan bir ağaçsınız, yüksek
sesle çağıranların günlerine sıralanmış
ilişkileri yaşayan figüransınız.
sizden kaçıp size dolanıyor kuzey rüzgârı.
ne çok giz vardır anlatmakla yükümlü olduğum, ne çok siz
beni ben yapan inceliği silkeleyip kabuğumu sevdiniz.