HİLAL KARAHAN'LA YAPILMIŞ SÖYLEŞİLER

SÖYLEŞİ: HİLAL KARAHAN-EREN BARIŞ
EREN BARIŞ, KUZEY YILDIZI EDEBİYAT DERGİSİ,SAYI: ON İKİ, 2004 
14/02/2007 tarihinde www.kuzeyyildizi.com sitesinde yayımlandı.

--Sizi daha çok Kül, La Poéte Travaille ve Etken’deki şiir ve yazılarınızdan tanıyoruz. Şiir kitaplarınız İÇSÖZLÜK-BİR GÜNÜN ÖZETİ (Şubat 2003), TEPENİN ÖNÜNDE (Mayıs 2003) ve GİZ VE SİS (Kasım 2004) Kül Sanat Yayıncılık tarafından yayımlandı. “GİZ VE SİS” adlı dosyanız 2004 Yaşar Nabi Nayır şiir yarışmasında dikkate değer bulundu. Ankara’dan yazan bir şair olarak ve İstanbul çevresiyle bir kan bağınızın (ya da bağışıklığınızın) olmamasına karşın bu ödülü almanız önemli diye düşünüyorum. Bir süredir edebiyat dergilerindeki “lobicilik” faaliyetleri tartışılıyor… Oysa bildiğim kadarıyla siz Ankara’daki şiir çevresinden de uzaksınız. Belki de bu, şiirlerinize kök salan ağacın gücünü ve saflığını sağlıyor. Şiir (genelinde sanat) poetikasından çok polemiğiyle kendini belirliyor. Yeni ırmakların, dillerin, rüzgârların zor da olsa var olacağından kuşkunuz benimki kadar yoğun mu?

--Lobicilik, ya da benim anladığım anlamda, belli bir derginin, editörün etrafında gruplaşma, bu editörün sevmediği isimlerle polemiğe girme, feodal, gel-gelci bir poetikayla şiir yazma aslında Türk şiirinin geleneğinde var. Örneğin Fecr-i Âti, Servet-i Fünûn gibi yazın organlarının etrafında toplanarak buradaki kişilerle kafa-kol ilişkileri içinde düşünerek, yazarak, eserlerini burada yayımlatarak; kendilerine dayatılan bir fikrin, poetikanın, ideolojinin savunucusu olmuş kimi şairler. Çoğunun isimlerini tek tek anımsamakta güçlük çekiyoruz; kısaca Fecr-i Âticiler, Servet-i Fünûncular diye özetleyiveriyoruz. Oysa bir dönem burada yer alan Tevfik Fikret ve Ahmet Haşim’i birer şahsiyet kılan, bu gruplarla yakınlıklarından ziyade, zaman içinde bunlardan uzaklaşmaları olmuş. Uzaklık, genellikle özgünlüğün bir önkoşuludur.

--Şiir yarışmaları, şairin hem bireysel hem sanatsal özgürlüğünü kısıtlayan bir tahakküme yol açar mı? Bir ödüle eklemlenmek, birkaç şair (sanatçı) tarafından onaylanmak sanatçının estetik ve etik öngörüsünü pasifize eder mi?

--Yarışmalar, kapitalist toplumun sevdiği birer oyuncak. (Bakınız gelin-kaynana ve popstar yarışmaları!) Şiir yarışmalarında da durum pek farklı değil: Üç-beş kişi toplanıyor, kendi aralarında (çoğunlukla içki masasında) birisine ödül vermeyi kararlaştırıyor ve resmi yolla o kişi “ödüllendiriliyor”. Daha yarışma yapılmadan kazanacaklar belirleniyor, hatta gönderilen dosyalar okunmuyor bile! O kadar çok “şiir yarışması” ayakaltında dolanıyor ki… Ama durumu genellemek doğru olmaz. Yaşar Nabi Nayır Gençlik Şiir Ödülleri gibi köklü, jürisinde değerli şairlerin yer aldığı yarışmalar da var. Bu tarz yarışmaların en güzel yönü, dereceye giren dosyaların kitap haline getirilmesi ve genç yeteneklerin camiaya tanıtılması. Günümüzde şiir kitabı nadiren basılıyor, şiir tesadüfen okunuyor. Bu nedenle, yarışmalar şairlere umut dağıtabiliyor. Ne de olsa marifet iltifata tabidir. Kısıtlanmak, pasifize olmak noktasına gelirsek; bir şairin jüridekilere beğendirmek için şiir yazacak, ya da onların beğeneceğini bildiği şiirleriyle dosya oluşturarak etik ve estetik değerlerinden vazgeçecek denli kişiliksiz olabileceğine inanamam. Bu nedenle, yarışmaların şairin özgürlüğünü kısıtlayacağını ya da şiirini pasifize edeceğini düşünmüyorum. Ama köklü yarışmalarda dereceye giren yapıtlara daha şen bakıldığı da bir gerçek.

--Etken dergisinin yayın kurulunda bulunuyorsunuz. Dergicilik ve şiir yayımlama konusunda tavrınız nedir?

--Etken şiir dergisi, Alanya’da iş nedeniyle bulunduğum sıralarda, orada yaşayan iki şairle, Gülümser Çankaya ve Bünyamin Gürel’le tanışmamızın ve deniz kıyısında, ada çayı kokulu sohbetlerimizin bir meyvesi. Onların el değmemiş, sömürülmemiş heyecanlarına ben de destek verdim ve üç aylık şiir dergisi fikri eyleme dönüştü. Alanya şartlarında çıkan, finansman ve dağıtım sorunları bulunan Etken şiir dergisinin 3. sayısını yayımladık. Neden yeni bir şiir dergisi diye sorulabilir. Şiirde yeni tarzların araştırılacağı, deneme şiirlerin (şairlerin değil!) yer alacağı ve şiir üzerine polemiklerden uzak, postmodern kavramların tartışılacağı bir platform oluşturmak istedik. İlk sayıda “Modern şiirde ses ve ritim”, ikinci sayıda “Şiirde kolaj” dosyaları yaptık, tartışmaya Türkiye’nin dört bir yanından şairler katıldı. Düzenli çıkamasa da, şiiri ve sözcüküstünü tartışmak isteyen şairlerin rahatlıkla katılabileceği, krallardan ve kralcılardan uzak durmayı yeğleyen bir yaratım Etken. Lobiler isimleri eskitiyor. Biz genç şiirlere ve şiiri gençlere yer vermek istiyoruz.

--Yaşar Çabuklu, bedenin politikasından bahseden, “Anarko-Feminizm ve Beden” adlı yazısının bir bölümünde —şiirimiz için de geçerli— önemli bir saptama yapmıştı: “Duygu ‘yükünden’ kurtulmuş, yamalı bohça görüntüsüyle kimliksel bütünlük ve süreklilik gibi tasaları kalmamış eril beden, artık kadın bedenini kendini sarsacak, tehlikeli bir ‘ötekinin alanı’ olarak görmemektedir. Eril bedeni koruyan şey artık kadına karşı duyulan korkuya eşlik eden itici ve dışlayıcı bir mesafe değil, kayıtsızlığın ve ‘hoşgörünün’ öne çıktığı bir nesneleştirme pratiğidir.” Bu bakış açısıyla, Türkiye’de “kadın şair” olmanın artık bir nesneleştirme pratiğiyle geliştiğini düşünüyorum. Nasıl İstanbul (eril-erk), Ankara (dişi-itaatkâr) pratiği buradaysa, “kadın şair”liğin pratiği de burada. Eril olan, dişi olanı nesneleştirerek (pasifize ederek) içine alacaktır. Özne bir “kadın şair” var olamayacaktır. Kapitalizme lanetler yağdıran şairlerimiz, aslında kapitalizmin sisteme katılımına izin verdiği tek toplumsal beden olan, erkek bedenini yüceltmekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Bana göre, şairlerimizde (şiirimiz daha esnek olabilir) hâlâ ilkel-Freudyen kodlar mevcuttur. Üzücü olan şudur ki, cüzzamlarını gençlere bulaştırmaya devam ediyorlar… Sizin “kadın ve erkek” adlı şiirinizle sorarsam: “ademle havvadan beri / iç içe biriken aynalar”ın kırılma zamanı gelmedi mi?

--Kapitalist sistemde kadın kimliğinin, testosteronun sınırında ve eril pragmatizmden oluşmuş bir seks süzgecinden süzülerek elendiği ve incelmiş bir nesneye dönüştüğü doğru olabilir. Hatta bu erk medyayla, modayla, kapitalist etik ve estetik kıvırmalarla kışkırtılabilir. Oysa sanat, karakteri itibariyle, tüm önerilen sistemlere meydan okumadır; nesneyi, özne ve öteki arasındaki sığ aralıkta, diyalektik bir ilişkiyle yeniden yaratmadır. Bu nedenle, söz konusu sanat ve şiir olduğunda, bırakın kadının erkek şairlerin “nesneleştirme pratiği” olduğunu, bence bir şaire, “kadın şair” kavramını yakıştırmak, onu bu şekilde etiketlemek bile hakarettir. Bu, kapitalist sistemin cinsiyet ayrımcılığını ve eril erkini şiire dayatmak olur.Geçenlerde öteki-siz dergisinin “şair kadınlar” dosyasını (özenle hazırlanmış, yaklaşık otuz şairin katıldığı bir dosyaydı) ve buna atfen yazılmış bazı eleştiri yazılarını okudum. Kadın şairlerin neredeyse ortak, nahif ve kırılgan bir dili olduğundan, belli imgelerin ısrarla tekrarlandığından bahsedilmiş (Ayten Mutlu ve Gülten Akın şiirinin özgünlüğü, bu kategoriyle sınırlanamayacağı daha net belirtilebilirdi). Bu açıdan bakılırsa, birçok erkek şairin üslup, tavır ve imge yönünden benzeştiği de dikkati çekecektir. Şairi kadın ve erkek olarak ayırmak, bence ne etik ne de estetik olarak pragmatik değildir. Özgün imge yaratamamış, kendini ve başkalarını tekrarlayan kadın veya erkek şairler vardır.

--Giz ve Sis adlı son şiir kitabınız “harf sahiplerine” adanmış. 2004 yılı içersinde, harf mevzusuna gönderme yapan, Hayati Baki’nin bir poetika öneren ama arada kaybolup giden “Harfler Kitabı” ve Hilmi Yavuz’un “Hurufî Şiirler” adlı şiir kitapları yayımlandı. Bu iki kitaptaki şiirlerle kıyaslanınca, sizin önerdiğiniz dil daha farklı geliyor bana. Harf ve şiir (metin) ilişkisini nasıl değlendiriyorsunuz?

--Harfleri yalnızca alfabenin elemanları, semboller olarak görmek bence yanlış. İnsanlık kültürü boyunca Hurufiler, Batıniler başta olmak üzere, birçok mezhep ve tarikatta insanı, yaşamı, doğayı; hatta kaderi ve tanrıyı harfle bütünleştiren, harfle duyan, harfle dokunan kişiler olmuş. “Ebcet hesabı” denilen ve harflerin sayısal karşılıklarını kullanan bir yöntemle, Divan şiirine olaylar tarih düşürülmüş. (Örneğin Mevlânâ’nın “ibret” yılında öldüğü söylenir.) Hurûf-u Mukataa denilen bazı harfler (Örneğin Şuarâ, yani Şairler sûresindeki ilk üç harf: “tâ”, “sin”, “mîm” ki Hallâc-ı Mansur’un harfleri şifrelediği ve kimsenin henüz anlamını çözemediği ünlü eseri Tavasin’e esin olur.) var ki, Kur’an-ı Kerîm’in anahtarıdır. Her tefsirci, bu harfleri kendi ilmince tefsir ederek sûreleri açar. Yaratan İncil’de getirir harfleri Hz. İsa’nın sağ avcuna koyar ve Kur’an-ı Kerîm’de Hurûf-u Mukattaa üzerine yemin eder. Tüm İslam âlimleri, kutsal metinlerde üzerine yemin edilenin çok değerli olduğunu müjdeler. Harflerin kendi aralarında mertebeleri olduğunu söyler İbn-i Arabî: Örneğin “elif” harfi, tüm harflerin şahıdır; bazı harfler ise dünyayı evrende tutan birer “direk”tir.Tüm bu mistik örnekleri vermemin amacı, harflerin mistik bir sembol olarak şiirimde anlam bulması değil; yalnızca neyle uğraştığımı bilme çabası. Her harfin belli bir karakteri var — Arthur Rimbaud ile İlhan Berk bundan bahseder. Şairler ancak harflerin izin verdiği ölçüde onların enerjisini hissedebilirler: Çünkü harfler sahiplerini kendi seçer. Onları hissedebilen, onların sözcükte ve dizedeki kımıldanışını görebilen ve saygıyla önlerinde eğilebilen bir şairin iyi şiir yazabileceğine inanıyorum: Belki de asonans ve aliterasyon, harflerin bilge ezgisidir. İlhan Berk nasıl nesneleri kendi aralarında konuşur buluyorsa, ben de harflerin sohbetini dinliyorum, soluğunu duyuyorum. Bazen insanlar gibi yakınıyor, çekiniyor, seviniyorlar. Dizede hangi sözcüğün seçileceğine harfler karar veriyorlar. Lacan, “İnsan ancak dille düşünür” diyor; ben de ondan ilham alarak, “İyi şiir ancak harf sahibi olarak yazılır” diyorum.

--İlk kitaplarınızda kısa, haiku olarak nitelendirilebilecek şiirler yer aldı. Giz ve Sis‘teki şiirlerinizde yine aforizmatik öğeler var ama, uzun-çoğul-parçalı, kolaj bir yapı gözümüze çarpıyor. İlhan Berk’e yakın bir nesne-imge etkileşimi (…/nesnede gördüğünü sever bilinç) ve zaman zaman soyuta-mistisizme kayan uçları var şiirinizin: okuyucu açısından zor metin olarak yorumlanabilir. Şiirlerinizin böyle bir açmazı olduğunu düşünüyor musunuz?

--Tepenin Önünde, 1995-2003 yılları arasında yazılmış, yaklaşık on dosyalık şiirin parçalanıp, son derece ince bir elekten geçirilerek elde edilen koyu bir özden oluştu. Bazen koca bir şiirden tek bir dize dile takılır: Attilâ İlhan’ın “Kimi sevsem sensin”, ya da Ahmed Arif’in “Hadi gel, ay karanlık” dizeleri gibi yalın, sahici, keskin. O kısa şiirler öyle oluştu işte. Şiirin ham halinde dizelerin yarısı gereksiz; zor olan hangi yarısının gerçek şiir olduğuna karar vermek.Giz ve Sis, “eski sesler” bölümü hariç yeni şiirlerden oluştu. Dizelerde bu kadar çok kırık olmasında, cerrah olmamın payı büyük sanırım! İç konuşmalardan, çağrışımlardan, geriye dönüşlerden, epik ve lirik ses arasında çekirge sıçramalarından oluşan bu şiirlerin özü hız ve çarpışmadır. İçses değiştiği anda dilde de bir kırılma oluyor, dize sözü taşımada zorlanıyor. Mistik olduğumu düşünmüyorum. İlhan Berk’e tek yakınlığım, nesne şiiri yazıyor olmamdır ki bu noktada yaklaşık yüz şairle buluşuruz. Zor-kolay metin ayrımını okuyucunun dikkati, beğenisi ve zekâsı mı belirler? Ben bunu hâlâ anlayamam. Okuyucu ve şair arasındaki sınır, sözcük ve dize arasındaki denli gereksiz. Herkes kendine benzer yarımı ayıklayacaktır şiirimde.

--İki kitabınızda da temel izleğiniz ağaçlar, kökler… Tepenin Önünde'de alt başlık olarak yer alan “Başkalarının toprağına kök salan ağaca, dallarına dolanan kuzey rüzgârının söylemedikleri”, Giz ve Sis'te bir şiir olarak karşımıza çıkıyor. “Kökleri suya değen ağacın şiiri” izleklerin yoğunluğunu pekiştirirken, Varlık’ta yayımlanan “Kokular ve Korkular” şiirinizi [ : dalı kadar uzar kök ] dizesiyle bitiriyorsunuz. Ağaçlar, köklerini bütün şiirlere salmış gibi… Ağaçların, psikanalitik bir imgelem boyutu var mı yaşamınızda?

--Bir ağaca dokununca ne hissedersiniz? Bir yanım Kızılderili galiba, ben dokununca kabuğun altında gerinen ulu bir ruhu, için ve kabuğun uyumunu, rüzgârın hışırtısını, yaşamla dengeyi hissederim. Ağaçları insanlara benzetirim biraz: Yakınan, küfreden, öbek öbek toplanıp dedikodu yapan, kendini bilmez, sorumsuz, sevgisiz; ama bunun yanında âşık olan, acı çeken, inadına kök süren, derine, daha derine inebilen, yaşama dört elle sarılan… Deniz kenarında, şöyle rüzgârlara açmış, dallarına kuşlar konan bir çınar olsam, hayatım boşa gitmezdi...


ŞAİR HALKIN, YAŞAMIN İÇİNDEDİR
Berna OLGAÇ/ 19.08.2010/ Cumhuriyet Kitap
Hilal Karahan'la 'Gecikmiş Mumya' üzerine Söyleşi
Bir doktor; bir kadın doğum uzmanı olan ve şiir yazmayı yolculuğa benzeten Hilal Karahan'ın kitabı GECİKMİŞ MUMYA şiirseverlerle buluştu. Mesleğinden ve yaşamından izler taşıyan kitapta, hayatın şiirle kesişen pek çok yönünü bulmak mümkün. Karahan'la Gecikmiş Mumya'ya dair konuştuk.

--Şair durmaz çalışır, kendisini geliştirir de, merakımdan soruyorum:
Hilal Karahan bunca zamandır neler yaptı?

--Hilal Karahan'ın 2005-2010 arasındaki 5 yıllık süreçte yaşamı çok değişti. İki çocuk doğurdu, kadın hastalıkları ve doğum uzmanlığı ihtisasını bitirdi, Ankara'dan Karadeniz Ereğli'ye taşındı. Ayrıca doğum sonrası dönemde, her dört gebeden birinde görülen, bir çeşit bağışıklık sistemi rahatsızlığı olan, insanın tiroid fonksiyonunu tamamen bitiren, Hashimato hastalığı ve buna mukabil depresyonla mücadele etti. Hayatın, yaşamın, şiirin anlamını sorguladı.

Sanırım 3 yıl (2007-2009) hiç kitap okuyamadı, tüm kognitif fonksiyonları durmuş bir vaziyette neredeyse sıradan bir yaşama alışacaktı. Şiir yazdı elbette, ama ne kendinden ne de şiirinden emin olamadığı bu süreçte, sadece yazmakla yetindi; hiçbir yerde şiir yayımlamadı.

Beş yılda "Gecikmiş Mumya" kırk kez silinip yazıldı. Cerrahlık obsesif yapar insanı, kanama var mı diye kırk kez bakmadan hastayı kapatmazsınız; ona benzer bir durum diyebilirim. Bu kitaptaki her bir dize kırk kez elden geçti, farklı duygularda, farklı bilinçlerde, farklı iklimlerde.

Kanama kontrolü uzun sürdü dosyanın kapanması için...

"ŞUURA ANCAK AŞKLA ERİŞİLİR"

-- Bir kadınsın, şairsin, doktorsun; şiirlerinde belirgin bir şekilde soluduğumuz o yüce duygu olan 'aşk'tan bahsedelim mi biraz? Sahi 'kararsızlığın tanrısı aşk değilse nedir?'

-- Aşk çoğul yürür bende, üst üste yerleştirilen tuğlalar gibi. Birini çekerseniz aradan ya duvar çöker ya da çekilen tuğla elinizi ezer. Hepsi sizin bir parçanız. Yaşadığınız hiçbir şeyi inkâr edemezsiniz, yaşamadıklarınızı da...

Günümüz medyasının, kavramların yıpratılıp içinin boşaltıldığı bu kapitalist düzenin bir dayatması olarak, aşk kavramının bir tür 'pazar filesi' gibi kullanıldığı kanaatindeyim. Her türlü tutku, korku, bağımlılık, şizofreni, depresyon, saplantı, halüsinasyon, zaaf, arzu, şehvet gibi durum, tutum ve davranış bu fileye doldurulmaya çalışılıyor. İlişkiler, file iplerinin arasından, ayağa düşüyor.

Oysa anlaşılmalıdır ki aşk bir bilinç boyutudur, bir tür haldir, insanî mertebedir. Bu açıdan bakıldığında, aşkın ismi, cismi yoktur. Bu nedenle şekli, vesilesi, kıblesi, günahı, sevabı da olamaz aşkın. Çünkü bence aşk, insanın cismine değil, insanda ve nesnede görülen 'şuura' yakarıştır.

--       'ıtır kokusu, yasemin çayı öğle vakti biliriz
          sade ve güneşli günleri seversiniz
          kapı önlerinde sessiz güler buluruz sizi.'
Birinci çoğul ve ikinci çoğul şahıslardan sesleniş, baştan sona devam ediyor gibi aslına bakarsan. Bugün günümüz şairinde olmayan bir söyleyiş tarzı, zira birçok şair birinci tekilden ses veriyor ve 'ben''diyor, hep 'ben.' Seni biraz da farklı kılan bu olsa gerek, ne dersin?

-- Yukarıdaki soruna verdiğim cevaba devam etmek istiyorum izninle, çünkü şiirimde bu biçemin nedeni aslında aşk ve şuurla ilişkili. Şuur kavramı, içinde her şeyi barındırır; onu anlayan ve arayan kişi sayısı kadar 'şuurun halleri' yansır bilince, insanlık tarihine: Teoloji, ezoterik ve batınî doktrinler, tüm kadim doğu öğretileri, yoganın temel kavramları, tasavvuf felsefesi, hepsi kendi dilinde şuuru açıklamaya çalışır.

Şuur ayrıca, gözün önünde bir perde gibi durup, nesnedeki gerçeğin görülmesini engelleyen en önemli unsur olan bilginin, idrak edilerek, ruha bir kalite olarak yansımış halidir. Nesnede ve insanda var olan, yaşamı anlamlı kılan bu şuura nüfuz edildikçe, şuurun da bilinmek istediği fark edilir:
Yani hak edene, hak ettiğince, zamanı geldiğinde, alması gereken bilgi verilir.

Şuur ki bir bilinç boyutudur, ona ancak aşkla erilir. Bundandır şuurda 'birleşilir.' Nesnede görülen, idrak gücüyle içselleştirildiği sürece, şuurun 'bir parçası' olunur. İşte tam da bu noktada şiirin önemi vurgulanmalı: Nesnede görüleni, söze hükmederek dönüştürür, yeni bir nesnel gerçeklik yaratır şiir. Ancak bu nesnel gerçeklik, okuyanın idrak kapısıyla sınırlıdır.

Bu çoğul algılayışın bir sonucu olarak, şiirde özne ve 'ben kavramı'nı kullanmayı tercih etmiyorum. Şiir, insanda ve nesnede şuuru arayan, görüleni söze hükmederek dönüştürmeye çalışan bir iç denize, iç sözlüğe, birlik haline, 'bizden size' seslenir.

-- Kısa şiirler yazmayı seviyorsun uzun şiirler kadar:
          'Sizi yalnız gecelerde dinleriz
          sökülmüş ilmekleri seslerin.'
Aslında haikuya yaklaşan bu tarz zor değil mi? Tam devamı gelecek mi diye beklerken, pat diye kesilen o ses...

-- Ah işte o ses, şiir kırıklarının tanrısı. Bu görüldüğü farz edilen, insanın bakış açılarında eğrilen madde dünyasının, 'iç'im'e' seslenişini dinler bulurum kendimi yazarken. Çoğunlukla uysal bir dinleyiciyim. Düşünce kafesini kırmış, nesneyi bir şahit gibi izleyen, nesneye nüfuz eden bir dikkati var bende dizelerin...

Küçük farkındalıklar diyelim, kozmosun yap-bozunda küçük kareler... Bilgelik retoriği de var, mecazi deyişler de, kısa şiir kolajları da... Ben de bozuluyorum aslında, pat diye tam şiirin ortasında kesilmesine o sesin!

Bu tarz yazmak daha zor sanırım, çünkü dizeler ortada duruyor: Kendi imgesel derinlikleri dışında saklanacak bir yerleri yok. Ama cesur şairler var, Türk şiirinde son zamanlarda çok başarılı kısa şiirler okuyorum.

-- Kitabının ikinci bölümünün de adı olan 'Şizofren Tragedya'da, bölümlenmiş şiirlerde ruhsal dalgalanma, hatta dağlanma, gerçek olandan uzaklaşma, sanki okurun da duygu ve davranışında farklılaşmasını beraberinde getiriyor. Bu şiirlerde acıklı olanın modern biçimle söylenmiş şekli var; gazete manşetlerinden, televizyondan, radyodan duyulan mahvedici haberlerden, otobüs konuşmalarından sarkan ifadeler yer alıyor. Biraz buradan hareketle konuşalım diyorum.

-- Bir şair ne kendi iç denizinde ne de diğer şairlerle birlikte bir sanat komününde yaşamaz. Şair halkın, yaşamın içindedir. Trafikte küfreder, alışverişte pazarlık yapar, otobüse biner, çarşı-pazar dolaşır, hastalanınca hastaneye gider.

Gerçi şiirin sözcükleri seçiciliği de gerektirir. 'Soylu' sözcükler burada önemli... Onu diğer insanlardan ayıran, nesneye ve insana bakışının niteliğidir. Yaşamın içinde, yaşama şahit konumunda bakabildiği ölçüde, nesneyi görür ve yeniden yaratır: Estetik görüş için gerekli olan, o olaya müdahil olmadan, kendi tepki ve duygularıyla sınırlanmadan, nötr bir bakıştır.

Aslında bakmak ve görmek üzerine o kadar çok konuşulmuş ki... Bunu bir örnekle açıklamak istiyorum: Tıbbiyede ilk öğretilen kural, tıbbi bilginin yarısının, hayat boyunca hiç kullanılmayacağıdır; ancak bunun hangi yarı olacağı bilinemez! İşte şair de, hayatın hangi yarısında şiiri göreceğini bilemediğinden, her an uyanık ve dikkatli olmalı!

"ŞİİRİ SEYYAH GİBİ YAZIYORUM"

-- Kitapta dikkatleri çeken bir şey daha var. Bazı sayfalarda figüratif şekiller yer alıyor. Sen buna dipnotta yer vermişsin 'Akshar Ganapati' fotoğrafları diye. Bunların belli ki bir önemi ve derinliği var. Biraz bizlere bunu paylaşır mısın?

-- Shri Ganapati veya diğer adıyla Shri Ganesha, Hint mitolojisinin en güçlü karakterlerinden biri... Hindistan'da en çok sevilen Tanrı. Neredeyse her evin giriş kapısının üzerinde bir heykeli bulunur. Çünkü o tüm kapıları, yani ruhaniyetin girişini ya da diğer bir deyişle, insandaki enerji merkezlerini korur. O güç, bilgelik, saflık ve masumiyettir.

Bu nedenle, kitaptaki bölüm başlarına, onun sevimli bulduğum çizimlerini koydum ki, şiirin kapıları ve okuyanın şuuru bilme arzusu korunsun. Kitabımı her okuyan, o sevimli figürlerle, Shri Ganesha'nın en temel özelliği olan, çocuk neşesini bulsun.

-- Kadın hastalıkları ve doğum uzmanısın; doktor olmak ve elinde neşter taşımak, şiirini nasıl etkiledi desem, neler söylersin?

-- İnsanlar ikiye ayrılır: Doktorlar ve diğerleri... Doktorlar ikiye ayrılır: Cerrahlar ve diğerleri... Cerrahlık kesinlikle bir insanın karakterini değiştirir ve cerrahları birbirine benzetir. Bir salon dolusu insan bir arada olsa, iki cerrah birbirini uzaktan tanır. Hatta iki cerrah hiç konuşmadan birbirini dinleyebilir. Şaşırtıcı, öyle değil mi?

Görevim gereği farklı dönemlerde farklı kentlerde ve ülkelerde çalıştım. İhtisas döneminde, neredeyse her ay başka bir şehirde rotasyon yaptığımdan, bir alışkanlık olarak, büyük çantalarla dolaşırım. Her an seyahat çantam hazırdır, her an yola çıkabilirim. Her şehirde, her koşulda, yazı masama bilgisayarımı, telefonumu ve kitaplarımı yerleştirdiğim anda, orası benim evime dönüşür. Telefonum beni her coğrafyada çocuklarıma yaklaştıran bir nefestir. Her yerde uyuyup, her şeyi yiyebilirim. Günlük 2-3 rem periyodu (yaklaşık 3 - 4.5 saat) uyku yeterlidir.

Cerrahın ülkesi, dili, dini, kültürü olmaz, çünkü insana hizmet için yemin etmiştir. Gecenin en sessiz anında çalan bir telefon, tüm meslektaşlarım gibi beni de yeni bir yaşama kapı açmak için çağırır ve biz hiç yüksünmeden koşarız.

Çok farklı şehirlerin, çok farklı kültürlerin, çok yerde yaşamış olmanın ve tıbbi camiayla organik ilişkilerin, şiirime en önemli katkısı 'seyyahlık' olmuştur! Şiiri bir seyyah gibi yazıyorum; nesnelerin arasından hızla akıyor sözcükler. Bu nedenle sık sık boşluklar, kolajlar, anlam kırılmaları, ritimde sıçramalar oluyor, hızlı yaşantıma paralel şiirimde... Benim şiirsel metinleri bu kadar rahatlıkla parçalayıp, bu kadar kolaylıkla yeniden kolaj yapmamda, sanırım cerrah olmanın etkisi var.

"BİR FELSEFE SORUNU..."

-- "Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar." Albert Camus'den yapmış olduğun bu alıntı dikkatimi çekti. Aşktan bahsederken, insan için bu intihar da neyin nesi oluyor Hilal? 'Yaşamın yaşamaya değmediği' hususundaki düşüncelerini de paylaş bizlerle.

-- O alıntıyı yaptığın "Gecikmiş Mumya" şiiri, Sylvia Plath'in intiharının nedenlerini anlatmış olduğu, "Lady Lazarus" şiirine hitaben yazıldı. Aslında o düşünceler benim değil, kendini üç kez öldürmeyi denemiş olan Sylvia Plath'in fikridir. Çok güzel bir kadın ve iyi yazan bir şairdi Sylvia Plath. Yaşamın yaşamaya değmediğini düşünmüyordu sanırım, sadece acıyı ve uyumsuzluğu yaşama nasıl sığdıracağını bilemiyordu. Lazarus sözcüğü de İncil'den alınmıştır; Hz. İsa'nın öldükten sonra dirilttiği Lazarus karakterinden... Ben o doğum sonu depresyon döneminde, empati kurduğum Sylvia Plath'ı ve O'nun "Lady Lazarus"unu anlamaya çalıştım "Gecikmiş mumya" şiirinde...

Kişisel fikrimi merak ediyorsan söyleyeyim: Her insan hayatının belli bir döneminde intihara yakın durabilir. Önemli olan, hayatın insana tekamül amaçlı verilmiş bir sınavlar bütünü olduğunu bilmektir. Bu nedenle intiharın, insan yaşamında pragmatik olmadığına, evrimsel süreçle ters düştüğüne inanırım.

Hayat her koşulda yaşamaya değer, çünkü yaşamak öğrenmektir.

-- Bir kadın doğum doktoru olarak dünyaya bir can getirirken birtakım olumsuzluklar da oluyordur şüphesiz. Ölüm kavramının, akşam ve gece imgeleriyle dizelerine yansıyışını ve şiirine kırılışını söyleyerek bitirelim...

-- Akşam ve gece imgelerini ölümle birleştirmiyorum aslında. Onlar bir tür çözülme gibi benim şiirimde; insanın kendisiyle baş başa kaldığı anlardaki yüzleşmeler gibi...
Doğum da ölüm de hayatın iki kapısı; birinden girip öbüründen çıkıyoruz:
Her şey geçer, hayat kalır. Her ölüm, yeni bir doğumun kapısıdır...

Gecikmiş Mumya/Hilal Karahan/Mühür Kitaplığı/Haziran 2010/80 s.


DURAN NESNE BİR İLLÜZYONDUR!

HAMZA ÜMİT KADIOĞLU İLE YAPILMIŞ SÖYLEŞİ
MOR TAKA, SAYI: 15, GÜZ 2010, SAYFA: 91-92.

--Sevgili Hilal Karahan, “Tepenin Önünde” (1. Basım Kül, 2003)  ve “Giz ve Sis” (1. Basım Kül, 2004) şiir kitaplarınızın ikinci basımı ile birlikte, 4. şiir kitabınız “Gecikmiş Mumya” Haziran 2010’da MÜHÜR Kitaplığı’ndan çıktı. 2005–2010 yılları arasında yazılmış şiirlerinizi içeriyor. Kitabınıza oldukça ilginç bir isim seçmişsiniz. 2005 yılından beri sizi dergilerde göremiyoruz. Bu açıdan bakılırsa, “Gecikmiş” kısmı anlaşılıyor; ama neden “Mumya”?

--“Gecikmiş Mumya”, Sylvia Plath’in neden intiharı denediği, yaşamla neden uyuşamadığının gerekçelerini yazmış olduğu, hatta İncil’de Hz. İsa’nın ölümden dirilttiği Lazarus karakterine gönderme yaptığı, “Lady Lazarus” şiirine yazılmış bir şiirdir. Hayata hep geciken, canlı görünse de, bir mumya gibi, dökülen etlerini etraftan toplaya toplaya dolaşan, o Lady Lazarus’tur işte… Şiirin ilk şekli 2005’te, Heves dergisinde yayımlanmıştı. Ama sorunuzun, neden bu şiiri kitap ismi olarak seçtiğim kısmına gelince, siz zaten doğru cevabı verdiniz: şiire değil, ama şiir camiasına beş yıl geciktim! 2006 yılında yapılan iş ve şehir değişikliği, iki çocuğumun doğumu, doğum sonrası yaşadığım bir takım sağlık sorunları nedeniyle, şiir ortamından uzak kaldım. Şiir sürdü tabi, şiir hep sürer. Bu dosyanın toparlanıp kitap halini alması tam beş yıl sürdü.

--“Gecikmiş Mumya” kitabındaki her şiirin, şiirlerdeki her bir sözcüğün çok ince düşünülerek, çok ince bir elekten geçirilerek yazıldığı o kadar belli ki… Örneğin, hemen kitabın girişinde, “iç’im’dekiler” bölümü: yazım tarzından içtekiler ve imdekiler olarak anlaşılıyor; ‘iç’ ve ‘im’ bir sözcüğün içinde iki hece değil de, sizde farklı yollar, farklı zamanlar sanki… Ayrıca o sayfa bir anahtar deliğini andırıyor; frengiz gibi, yani kilidin dili… Bu tarz oyunlar kitabın hemen her sayfasında var: Örneğin, “V yakanın oyunu mu bu mağrur, uzun boyun” dizesindeki ‘V’ harfi, bir yakayı andırması... Genelde küçük harflerle yazıyorken, sesin yükseldiği belli yerlerde büyük harflerin kullanılması… Dikkat çekilmek istenen sözcüklerde, harflerin boşluk bırakılarak yazılması… “is’kemik iskelet”, “ayrın’tanrıları” sözcüklerinde kullanılan kesme işaretleri… Suçluluk sözcüğünün ‘-luk’ ekinin aşağıya düşürülmesi… Açıklama yaptığınız dizelere ‘:’ ile başlanması… Hatta Lady Lazarus’un “Lady Laz-ar-us” olarak yazılarak, içindeki hem ‘ar’ ve ‘us’ hecelerine dikkat çekilmesi… İç sözlük kısmını ayrıca soracağım, bu nedenle oraya hiç dokunmuyorum. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

--Şairlerin zeki olduğuna inanırım sevgili Ümit, gerçekten şairse eğer, zekidir de… Sözcükler bir sandık gibi; her harf, her hece aslında saklı birer hazine… Bu hazineler şiirde farklı yöntemler denenerek ortaya çıkarılabilir. Anladığımızı düşündüğümüz nesnel gerçekliğin ötesinde, tam da anlaşılamayan, ancak sezilebilen, çok daha yüce bir gerçeklik daima var olabilir. Bu nedenle noktalama işaretleri, harf, hece, sözcük oyunlarıyla okuyana, okuduğundan daha farklı bir anlamı sezdirmeyi; dizenin derin yapısını, yan anlamlarını zorlamayı seviyorum şiirimde. İnanıyorum ki iyi yazılmış bir şiirde her insan, bilincin farklı zamanlarında farklı anlamlar bulacaktır.

--Deneysel-görsel şiire ve yapı-bozuma nasıl bakıyorsunuz? İç Sözlük bölümünde yer alan şiirler bu bağlamda mı ele alınmalı?

--İç sözlük bölümü kısa şiirlerden oluşuyor. Benim iç mekânımdaki nesnelerin, değerlerin tanımı veya hareketin algılanışı da denilebilir aslında bu bölümdeki şiir kırıklarına… Dikkat ederseniz, bir sözlükten ve ‘tanımlamak’ eyleminden bahsediyorum: Çünkü şiirde anlam benim için hâlâ önemli. Şiirde anlamı, iç imleri, iç sesleri tanımlamayı seviyorum. Ben şimdi size bir sürü felsefi kuramdan, akımdan bahsedebilirim; şiirde anlam olmalı mı olmamalı mı, kim ne tartıştı, takip edebildiğim kadarıyla size tarihçesini sunabilirim. Ama benim için mevzu bu değil: Ben şiirimde imgeden ve anlamdan vazgeçemem. Sözcük, hece, harf, işaret oyunları ya da dize kolajları yaparım gerektikçe, görsellik algılamada önemlidir çünkü… Örneğin “ipini çeken dil” tek dize şiirinde, harfleri ip şeklinde sundum; ama burada amaç, bir ipe dönüşmüş olan dil gerçeğini daha esprili hale getirmektir! Ya da “yokuşu çıkarken yosunlar” dizesinde harfler yokuşu çıkarken, dizeye hareket kazandırmaktır…

Sanıyoruz ki nesne yerinde duruyor, nesne katıdır: Yanılıyoruz! Duran nesne bir illüzyondur, kuantum fiziği ile kanıtlandığı üzere, küçük parçaların titreşiminden oluşur her nesne ve vibrasyon yayar. Her an nesne enerjiye, enerji de nesneye dönüşmektedir atomların en içinde. Bu nedenle şiirde sözcükler, sözcükte harfler sabit, tekdüze durmayabilir; şiirde hareket önemlidir!

--Kitabınızı “Sevginin krallığında neşe duyanlar”a ithaf etmişsiniz. Bir de Omkara işareti var o sayfada. Ayrıca her bölüm başında küçük resimler… Doğu öğretilerine merakınız biliniyor. Nedir bu şekillerin anlamı şiirinizde?

--Omkara, AUM hecesinin işaretidir. Yaradılıştaki ilk sestir, ya da yaratan ses… Şiiri yazdıran Ses’e olan saygımın ve şükranımın bir ifadesi olarak Omkara’yı koydum kitabın en başına. Ayrıca, Hindistan’da en çok sevilen tanrı olan Shri Ganapati, veya diğer adıyla Shri Ganesha, Hint mitolojisinin en güçlü karakterlerinden biridir. Hindistan’da, neredeyse her evin giriş kapısının üzerinde bir heykeli bulunur. Çünkü o tüm kapıları, yani ruhaniyetin girişini, ya da diğer bir deyişle, insandaki enerji merkezlerini korur. O yaşamı veren güçtür, bilgeliktir, saflıktır, masumiyettir. Bu nedenle kitaptaki bölüm başlarına onun küçük, sevimli çizimlerini koydum ki şiirin kapıları ve okuyanın şuuru bilme arzusu korunsun; kitabımı her okuyan çocuk neşesini bulsun…

1998’den beri yoga yapıyorum. Gördüm ki, insanların arasında normalmiş gibi dolaşan, ama sıradan bir insanın hiç hissetmediği sevgiyi, neşeyi, huzuru ve tatminkârlığı yaşayan, çok güçlü süptil yetenekleri olan, adeta bir başka ırktan insanlar var... Ben o mertebeye erişemedim henüz. Bu kitabı onlara ithaf ederek, onların varlığını şiire anlatmak istedim.

--Sesin ilmekleri bölümü kısa şiirlerden oluşuyor, siz bunlara “şiir kırıkları” demeyi tercih ediyorsunuz. Ses değiştikçe bölünüp ayrı numara alan, kolayca yazılıverecekmiş izlenimi de veren, ama eline kalem aldığında, öyle olmadığını anladığın, hep bir eksiklik duygusu hissettiren kolaj şiirler… “Sesin ilmekleri” gibi hakikaten... Siz onları nasıl değerlendiriyorsunuz?

--Otobüs şiirimde yazdım bu kısa şiirlerin nasıl oluştuğunu ben:  
“oysa okurken, belli dizeler ilgimizi çeker,
bunların altını çizer ve gerisini atarız,
okuduğumuz her şey sonunda bize benzer
:eksiklik hissi ve hiç bitmeyen kuşkularımız.”  
Şiiri yazdıktan sonra üzerinde günlerce, aylarca çalışıyorum. En güzel dizeleri bulup, aradaki dolgu dizeleri atmaya, şiiri en yalın haliyle yeniden kolaj yapmaya çalışıyorum. İlk başta beğenip, şiir bulduğum bir imge grubunu sonradan silip attığım çok olmuştur. O uzun şiirlerden kırpılarak çoğalan şiir kırıkları, kolajla kısa şiirler haline geliyor işte. Ses’in ilmekleri de bu, elişi, ince ince çalışmak, örmek motifleri…

--Hendek Musiki Cemiyeti’nde çok hoş şiir isimleri var; ‘u’lar revaçta: Musikiyle ilgileniyor musunuz?

--Üniversitede Cahit Ünyaylar’dan musiki dersi almıştım. Ney üflemeyi denedim. Tam sesleri buldum derken okul bitti, ihtisasa başladım, neyi bir kenara kaldırdım. İnsan vücudundaki enerji merkezlerinin (çakraların)  her birinin bir sesi (notası) olduğunu ve insanın “bir oktav” olduğunu biliyor muydunuz? Musiki bir dil evrenidir; bilenler bilir, ney Yaratan’ın sesidir…  

--Son sorum şu: Otobüs şiiri ‘imgesel bir şizofreni’ mi? Şairlerin yazabilmek için imgesel anlamda bir ‘şizofren’ gibi düşünmeleri, davranmaları gerektiğini düşünür müsünüz?

--Küçük Prensi okudunuz mu? Ben ilkokulda okumuştum, benim ilk kahramanımdır o, bir duyarlılık şövalyesi…  Zaman zaman Küçük Prens’in, benim içimde bütün o duyarlılığı ve sevgisiyle soluduğuna inanırım. Sanki ben değil de, bir başkası gibi izlerim onu; onun duyarlılığı, gören gözü, duyan kulağı, yazdıran sesi kılavuzum olur. İmgesel bir şizofreni gibi… Bu nedenle derim ki, her şair yazarken şizofren olmalıdır. Bakın, yazdıran bir Ses, bir Güç var, kimse inkâr edemez bunu. Dışsal olayların içsel patlaması, yoğunlaşması gibidir yazmak… İçsel duyarlılık, zekâ, ses ve ritme büründü mü akıp gider dizeler… O an içinizle konuşursunuz, tıpkı bir şizofren gibi, o içsel duyarlılığı dinlersiniz; tanrının sesi gibidir bazen, şiiri yazdıran o düşsel ses…

Otobüs şiiri, o sırada toplu şiirlerini okumakta olduğum bir şair ile sanki o, benimle konuşuyormuş gibi yazdığım diyaloglardan oluşuyor. O ben, ben de oymuş gibi bütünleştik o imgenin sesinde… İmgesel şizofreni yani… O şiirdeki ironi şudur: Şairler, bunca şiirsel, felsefi konuşuyorsunuz, kendi kendinize şiir üzerine felsefe yaparak tatmin oluyorsunuz. Ama otobüste, yani bu hayat yolculuğunda, sizi hiç umursamayan, inceliği-duyarlılığı hiç merak etmeyen, hayatı boyunca hiç kitap okumamış, gerçeği hiç aramayan insanların içindesiniz; nereye kadar içsel, düşsel kalabilirsiniz? Savaşlar, soykırımlar, terör var, her gün açlıktan ve vahşetten masum insanlar ölüyor. Hayatın içine giremeyince şiir, gerçeğin nabzını tutmakta zorlanınca, şairler de halkın dışına itiliyor.

Şiir kitapları 500 adet basılıyor, bu ne büyük bir trajedi! 500 adet şiir kitabı! Şiir kitabı satılmıyor; dağıtım şirketleri yayınevine kitapların %90’ını geri iade ediyor. İnternette şiir kitaplarının fiyatı 3,5 ila 7 lira arasında değişiyor. Bu nedir? Televizyonda şiir okuyan güzel sesli insanların isimleri anılıyor şair denilince. Bence kendimizi silkeleyip düşünmeliyiz. Hep okuyanı, halkı, iktidarı, çağı… vs. suçlamakla olmaz. İğne, iğneleme işi değil bu; çuvaldızı bu sapla samanın arasından bulup, gözümüze sokmalıyız artık!


HİLAL KARAHAN-MEHMET SADIK KIRIMLI
İKİ ŞAİR SÖYLEŞİSİ:
MÜHÜR DERGİSİ KASIM-ARALIK 2010

KARAHAN: Sevgili Mehmet Sadık Kırımlı, söyleşimize son şiir kitabınızın adıyla başlayalım isterseniz, “Aşk Kapısı”: Yoğun bir eriyik haline gelmiş iki kelimeden oluşuyor; hayatın, anlamın, değerin, kapısı sanki bu: Dem kapısı… Çile kapısı… Kutsal kitaplarda geçer hani, “altın kapı”, “cennet kapısı”… Kapıların o kadar çok çağrışımı var ki içimizde yol alan… Şiir kitaplarının adları çoğunlukla şairlerinin dünyaya bakış açısını da yansıtır; bir şifredir, kilidin dilidir, şairin o kitabı yazarken hissiyatını çözersiniz… Siz yaşadığınız onca acıya rağmen, hâlâ umutla, aşkla bakan birisiniz yaşama ve doğaya; bu konuda ne söylemek istersiniz?
KIRIMLI: Uzun uzun düşündükten sonra, sizin de yorumladığınız gibi geniş bir anlam içersin diye, kitabıma “Aşk Kapısı” adını koydum. Bu konuda bana şair Fergun Özelli de yardımcı oldu. Çünkü her kitap adıyla yaşar. Çünkü kalıcı olan o; ben değilim. Rahmetli eleştirmen Mehmet H. Doğan da “Şairanelik değil, kalıcı olan şiirselliktir.” diyor ki doğrudur. Acı insanı olgunlaştırıyor, beni de olgunlaştırdı, hayatı daha çok sevmemi sağladı. O nedenledir ki hayata umutla, aşkla bağlı biriyim. Şiirlerime de yansıyor elbette bu düşüncelerim.
KARAHAN: İlk kitabınız “Aldanış” 1968’de yayımlandı, ikinci kitabınız “Gün Kesiği” 2000’de… Zaman zaman insanın kendine, şiirine güvenemediği ya da yazdığını yayımlamak istemediği dönemler olabiliyor. Örneğin ben de iş ve yer değişikliği, doğumlar, doğum sonu yaşanan rahatsızlıklar nedeniyle, 2005–2010 yılları arasında şiir yayımlamadım. Türk şiirinin gelişimini de izleyemedim o dönem… Karadeniz Ereğli’ye ulaşabilen kimi dergileri ve gazetelerin kitap ekleri hariç edebiyat dergilerini takip edemedim... Elimde bir türlü kanama kontrolü bitmeyen, davası kapanmayan bir dosya vardı. Ama bu süreçte, hiç okumadığım kadar çok ve çeşitli okudum diyebilirim… Neyi aradığımı tam olarak ifade edemesem de yazdığım her şey eskimiş, alışılmış geliyordu. Depresif bir dönemdi. Şiir kitabının ilk basımındaki özgünlük korunamadığı için toplu şiir kitaplarını eleştirsem de, o dönemde şairlerin toplu şiirlerini okumak bana ilaç gibi geldi… Sözcük körüydüm, sözün ötesine geçemiyordum: Yeni bir dil istiyordum, nesneye yeni bir bakış; benim neyi yitirdiğimi bana anımsatacak bir nefes… Benim beş yılım böyle geçti de ben sizin iki kitap arasındaki bunca yıl ne yaptığınızı merak ediyorum, bundan bahsetmek ister misiniz?
KIRIMLI: İlk Kitabım “Aldanış”’la, ikinci Kitabım “Gün Kesiği” arasında geçen zaman sürecini şöylece anlatabilirim size: 1972 yılında yazdığım ‘Toplumcu Gerçekçi’ bir şiirimi rahmetli şair Attila İlhan’a götürmüştüm, çok beğenmişti. “Bunu bizim Şükran Kurdakul’a gönderelim, ‘YELKEN’ dergisinde yayımlasın.” dedi ve gönderdi. Bir ay sonra -1972 Şubat sonu ya da Mart başıydı sanırım-, şiirim söz konusu dergide yayımlandı. Daha onun sevincini tam yaşayamadan, bir hafta-on gün içinde, İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan gelip beni aldılar; tam bir aya yakın tutuklu kaldım ve işkence gördüm. Çalıştığım TRT kurumundan kınama cezası aldım. Bir daha şiir yazıp bu şekilde olaylara neden olmamam için uyarıldım. Aksi halde işime son verilecekti. Bu arada adım da ‘komonist’e çıktı! Bu nedenle, uzunca bir süre değişik adlarla şiir yazmaya devam ettim ama Mehmet Sadık KIRIMLI adını kullanamadım. İşte sizin ilginizi çeken o boşluk, böylesine bir olayın sonucudur.
KARAHAN: Çok acılı ve ağrılı bir süreç olmuş yaşadığınız. Sıkıyönetimlerden, işkencelerden ne çok şairin canı yandı… Ne acı dizeler kaldı geriye… Ne büyük boşluklar… Nasıl unutulur Ahmet Telli’nin “Su Çürüdü” şiiri? “Adımdan gayrısını bilmiyorum.” dizesi her tekrarda nasıl da ağırlaşır, bir balyoz gibi iner zihin kafesine... Boşluklar yeniliyor mu şairleri, yoksa şiir sessizliğe mi yeniliyor emin değilim.  
KIRIMLI:  Bu boşluk, benim için kendimi yenilemem, daha fazla okuma ve araştırma yapma olanağı bulmam açısından iyi oldu. Çünkü ben yıpranmışlığı hep bir kenara koyarım, yeniyi ve çağdaş olanı araştırırım. Çok kitap okurum; bu yüzden gözlerim iyice zayıfladı.
KARAHAN: Küçük harflerle yazmayı tercih eden şairlerdensiniz. Dize içinde kesme işaretleri kullanıyorsunuz. Üç noktaları seviyorsunuz… Şiiri kıtalara bölüyor, genellikle 5–6 dizelik kıtalar yapıyorsunuz. “:” işaretiyle başlıyor bazen şiirleriniz, sanki sorulmasını istediğiniz sorulara bir tür cevap ya da yaşamı açıklama gibi… Dilbilgisi, imla ve yazım kuralları, noktalama işaretleri gibi, düz yazının didaktik çerçevesini çizen yazın öğelerinin şiire dayatılmasının, şiirsi aşkınlığın bunlarla sınırlandırılmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Bence, her şiire ve her şaire özel, didaktik düz yazıdan ayrışan “şiir yazım kuralları”, hatta “noktalama işaretlerinin şiirsi kullanımları” vardır! Olmalıdır! Birçok şair bu görüşe karşı çıkabilir; kimisi öyle der, kimisi böyle… Ancak hemen herkesin ortak görüşü, her şaire ‘özel’ bir takım ‘şiir yazım kuralları’ olduğudur. Peki siz neden küçük harflerle yazıyorsunuz, şiirde noktalama işaretleri konusunda ne düşünüyorsunuz? Sizin şiir yazım kurallarınız nedir?
KIRIMLI: Şiiri küçük harflerle yazma alışkanlığım, yapımdaki isyankârlıktan ileri geliyor. Kafama uymayan her şey bana ters gelir; isyan ederim. Aslında şiir, gerçeği belki tam ifade etmeyebilir; ancak ifade ettiği şey gerçekten daha gerçek, daha güzel ve etkileyicidir! O nedenle, benim için şiirin etkileyici hali önemlidir. Genellikle üç notayı sözlerimin bitmediği, o konuda daha çok sözüm olabilir düşüncesiyle kullanırım. Şiiri kıtalara bölme nedenim ise söyleyeceğim sözlerin çok oluşuyla ilgilidir. Belki de yılların getirdiği bir alışkanlıktır… Genellikle bizler, eski şairler oluşumuzdan mı nedir, bazı alışkanlıkları sürdürüyoruz böyle. Mallarmé hayranı olan ben de aynı şeyleri yapıyorum; O da yapmış çünkü. Oysa çağdaş şiir hiçbir noktalama işareti olmadan da yazılabilir... Herkes kendine uygun bir anlayışı uygulama çabası içinde yazıyor şiirini. Kimsenin dünya şiirini araştırıp da oradan bilgi edinme alışkanlığı yok. Hele yeni kuşak şairlerde hiç yok bu alışkanlık.
KARAHAN: Ben de şiirimde küçük harfleri kullanmayı tercih ederim; sadece sesin yükseldiği yerlerde, yüksek sesle konuşmalarda ya da çığlıklarda büyük harf kullanırım. Diğer şairlerin neden öyle yazdığını bilemem, ama benim için küçük harfle yazmanın anlamı, iç sestir: Sessiz, usul konuşmalar, fısıltılardır... Alçak gönüllü olarak algılarım küçük harflerle söylenmiş sözleri… Büyük harfleri de yer yer kullanırım, ancak büyük harfler dikkat çekmeye çalışan, öfkeli ya da kibirli gelir nedense bana…
KIRIMLI: Bana göre, şiiri küçük harflerle yazmanın alçak gönüllülükle hiçbir ilgisi yok! Adı üstünde: ‘Alçak–gönüllü’… Bu sözcük benim yapıma çok ters. ‘Alçak’ sözcüğü, yükseğe karşıttır ve ahlaksız, soysuz davranışlarda bulunan insanlara denir genellikle... ‘Gönül’ sözcüğü, soylu insanların yükseğe çıkardığı en duygusal yanıdır. Üstelik ota, boka da konmaz, hiçbir zaman...
KARAHAN: Gerçekten mi? Çok şaşırdım… Hemen şiirlerinize geçiyorum, yoksa ‘küçük harflerle’ küçük küçük tartışabiliriz!!! AŞK KAPISI’ndan bu alıntı: “ucuz düşler peşinde koşan sabah kollarını/ ovalarken/ bakışlarını camda unutan güneş/ sepete koydukları uykuyla durmadan/ ellerini çırpan ıslak gün ve hiç/ günbatımı yaşamamış ufkun yüz karası gibi/ düşünceler saçıyoruz sokağa…// (oysa sokak bizim yeni yetme çocuğumuz)” 76 yaşındasınız, ama “genç” bir şiir yazıyorsunuz. Zaman zaman nesne şiirine kayıyor şiiriniz, hani Berkçe söylenirse, “nesneleri konuşur buluyoruz şiirinizde.” Bildiğim kadarıyla radyo oyunu yazarlığı ve fotoğrafçılık ile de uzun yıllar ilgilendiniz. Sizi ve şiirinizi genç tutan bu farklı uğraşlarınız olabilir mi? Siz günümüzde “genç şiiri” nasıl değerlendiriyorsunuz?
KIRIMLI: Ben yoksul bir çocuktum, güçlükler içinde çalışıp hayatımı kazanabildim. Ömrümün çoğu sokakta geçti. Sokak benim ikinci evimdi. Bütün şiirlerimde sokak sözcüğü her zaman vardır ve var olacaktır. Öncelikle şunu belirtmem gerekir: Kısa ve uzun şiir, şairinin söylemek istediği sözlerin dışa vurusunu belirler. Bazıları birkaç dizeyle şiirini betimler, bazıları da benim gibi, uzun dizeler kullanarak söylemek istediklerini söyler. Biz insanları nesneler var etmiyor mu, onları neden bir kenara koyuyoruz ki? Onlar hep bizim yanımızda, yöremizde varlıklarını sürdürüp gidiyorlar; öyleyse, onları neden dışlayalım? Onlarla biz, bir bütün değil miyiz? İlhan Berk’i, Cemal Süreya’yı, Edip Cansever’i okuduysanız görmüşsünüzdür, onlar da nesneleri şiirlerinden hiç eksik etmezler. Şiirimin gençliğini herkes söylüyor. Doğru, ben yaşlıyım; ama şiirim genç! Çünkü ben hep çağdaşlığı, yeniliği ararım. Mallarmé’ye hayranlık duymam da oradan ileri geliyor. Adam, yılların ötesinden bugünkü çağdaş şiirin temellerini atmış, ileriyi görebilmiş. Bizler niye geriye doğru gidelim ki? Yıllarca fotoğraf sanatıyla yakından ilgilenmem bunun bir nedeni olabilir. Şiirimde fotoğraf olduğunu söylüyorsunuz. Doğru, şiirlerimde fotoğraf vardır. Hayatın kendisi de bir fotoğraf değil mi? Öyleyse, onu soyutlayabilir miyiz yaşantımızdan?
KARAHAN: Peki ya genç şairler? Gençlerin şiiri sizce nereye gidiyor? Bu konuda konuşalım…
KIRIMLI: Genç şairleri beğeniyorum, ama şımarıp yozlaşmamaları koşuluyla!!!
Gençlerin şiiri, yukarıda da değindiğim gibi, yozlaştırmadıkları sürece çağın şiirini yüklenip götürürler. Şu anda adlarını burada belirtmek istemiyorum, bazı şairler yozlaşma mı, yoksa kendilerini bir şey sanmalarından mı bilmem, parlayıp sönüveren bir ampul gibi kendilerini tüketmenin içindeler. Okudukça üzülüyorum; ama ne gelir elden? Yazık oluyor, onca emeklerine, çabalarına... Asıl beni üzen, onların bu halini destekleyen akıl hocalarının olması... Hani bir atasözü vardır. “Kendi muhtac-ı himmet bir dede, nerede kaldı gayriye himmet ede” diye… Bu sözümün altından siz gerekli anlamı çıkartabilirsiniz. Oysa genç şair adaylarının, şiirlerinin üstüne daha iyi şiirler bina etmeleri gerekir. Çıkış yapanlar yok mu, var! Onları keyifle, hatta hayranlıkla izliyorum ve alkışlıyorum. Gönlüm onlarla birlikte... Buna bir iki örnek verebilirim: Betül Dünder, her an şiirinin üstüne bir yapı taşı koyan bir şair. Öylesine güzel dizelerle şiir yazıyor ki hayran oluyorum. Bir de son günlerde harika şiirler yazan Gonca Özmen var.
KARAHAN: Sizce şiir nedir? Bir “şiir heveslisi” yanınıza gelip otursa, ona ne söylemek isterdiniz? Sizin poetikanızdan bahsedelim mi biraz?
KIRIMLI: Yanıma biri gelip otursa, “Ben şiir heveslisiyim, bana şiiri tanımlar mısınız ve onun hakkında gerekli bilgileri verir misiniz ?” dese, ona: “İnsan usunda oluşan düşüncenin, ses ve anlam açısından dilin etkileyici gücüyle dışa yansıtılmasına, şiir denir” derim. Ancak; “Onda hoşa giden ve insanı etkileyen güzellikteki anlamın da oluşması gerekir” diye, sözlerimi tamamlarım. Ayrıca onun usunda, ‘şiire neden gereksinme duyulmuştur’, sorusu oluşabileceğini düşünerek de şu açıklamayı yaparım: “Bunun için şiirin ilk doğuş anlarına gitmek gerekir. Şiirin doğuşu, hemen hemen insanlık tarihiyle eş düzeydedir. İnsanlar özgürlüklerine düşen gölgenin ve haksızlıkların ortadan kalkması amacıyla, oluşturdukları şiirin şemsiyesi altında toplanmışlardır. Şiir, onlar için sembol olmuştur artık. Halk arasında sevilmesinin, tutulmasının esas nedeni de budur. Şiir, bir sevgilinin gönlünü çelmek için yazıldığı gibi, bir anlamda da kralların, imparatorların yaptığı haksızlığa karşı koymaktır. Şiir güzelliği sergiler insanın önüne ve hayattan (daha doğrusu, nesnelerden) tat almasını öğütler insana…”
KARAHAN: Balıkesir doğumlusunuz, ilköğretim ve lise eğitiminizi Balıkesir’de tamamladınız. Balıkesir’in “Kırımlılar” ismiyle bilinen, seçkin ailelerinden birine mensupsunuz. Benim de anne tarafım Balıkesirli, “Kulalar” derler, belki bilirsiniz… Ben de ortaokul ve lise eğitimim boyunca (1988–1995) Balıkesir’de yaşadım. Bildiğim kadarıyla gazeteci Ekrem Balıbek, şair İbrahim Oluklu da o yıllarda Balıkesir’de yaşıyordu; Ahmet Uysal hâlâ Balıkesir körfezinde yaşıyor. Çevirmen Yakup Şahan, şair ve dilbilimci Mustafa Durak, daha eskilerden Orhan Şaik Gökyay, Mustafa Seyit Sutüven Mesnevi’nin çevirmeni Abdülbaki Gölpınarlı da bir dönem Balıkesir’de yaşamışlar. İlhan Berk Balıkesir Necatibey Eğitim Fakültesi’nden mezun… Babası Bigadiç’te 3 kez kaymakamlık yapmış olan Attila İlhan da bir dönem Balıkesir’de yaşamış… Sizin Balıkesir kültür-sanat camiası hakkındaki izlenimleriniz nelerdir? Bu konuda neler söylemek istersiniz?
KIRIMLI: Balıkesir doğumluyum. Ekrem Balıbek, çok sevdiğim çocukluk ve gençlik arkadaşımdır. Kendisi gazeteciliğini sürdürüyor hâlâ. Balıkesir Ticaret Lisesi’nden iftiharla mezun oldum. Hukuk fakültesine gidebilmek için normal lisenin dört dersinden sınava girerek Balıkesir Lisesi diplomasını da aldım. İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum ama, devam zorunluluğu nedeniyle orada okuyamadım; çalışıp para kazanmak zorundaydım. Çünkü bazı hocalar vize zorunluluğu uyguladıklarından, derslerinde bulunmayan öğrencileri ağızlarıyla kuş tutsalar dahi sınıf geçirmiyorlardı. Tekrar kaydımı alıp İstanbul Yüksek Ticaret Okulu’na kaydoldum. O yıl okul, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi adını aldı ve dört yıla çıktı. Birinci sınıftan ikinci sınıfa çok iyi notlarla geçtiğim için yatay geçişle kendimi İzmir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne naklettirdim ve orada okulu bitirdim. Böylece, İzmir’e de yerleşmiş oldum. Askerlik yaşamımdan sonra TRT Genel Müdürlüğü Ankara Radyosu’na atandım. Oradan beni Genel Müdürlük Bütçe Mali Kontrol Şubesi Uzmanı olarak aldılar ve bir yıl sonra İzmir Radyosu’na şef olarak atadılar. Çeşitli alanlarda Müdürlük görevleri yaparak oradan emekli oldum.
KARAHAN: Balıkesir’in kültür ortamını pek yaşayamadınız yani… Benim gibi liseden sonra hiç uğramamışsınız Balıkesir’e… Peki İzmir’deki yaşantınız nasıl gidiyor? İzmir’de nasıl bir kültür-sanat ortamı var? Etkinlikler nasıl gidiyor? İzmir’de yaşamak şiirinizi nasıl etkiliyor?
KIRIMLI: Şimdi İzmir’deki yaşantım yazıyla şiirle dopdolu geçiyor. Eskisi gibi fotoğraf çekmeye pek gidemiyorum; arada-sırada dostlarla gezilere çıkıp fotoğraf çekiyorum. Bunun dışında, İzmir’deki edebiyat çevreleriyle ağabey-kardeş ilişkisi içinde yoğrulup gidiyorum. İzmir’de çok iyi şairler var ama ne de olsa adımız taşra; İstanbul’la kıyaslanırsa hep ikinci plandayız… Buna rağmen, edebiyat günlerimiz çok etkili; bütün Türkiye’ye adımızı duyurduğumuz gibi, Avrupa’ya da duyuruyoruz. Her yıl uluslar arası öykü ve şiir günleri düzenliyoruz ve Avrupa’dan, Güney Amerika’dan, Asya’dan şairler davet ediyoruz. İzmir’de yayımlanan edebiyat dergilerimiz de var bildiğiniz gibi: Dize, Kurşun Kalem, Afrodisyas, İzmir İzmir ve buna benzer birkaç dergi daha…
KARAHAN: İzmir’in şiir dergilerini mesafeye rağmen, yakinen takip ediyor ve zevkle okuyorum. Şiirlerinizi de ilgiyle ve beğeniyle okuyoruz dergilerde… Sizi ve şiirinizi tanımak çok güzeldi. Bu vesileyle “Aşk Kapısı’nı da aralamış olduk.
KIRIMLI: Ben de siz değerli şair dostları tanımanın mutluluğu içindeyim. Bu dostluğu, bu arkadaşlığı, bu kardeşliği sürdürmenin güzelliğini yaşıyorum şu anda. Voltaire’in bu konuda bir sözü var, usuma gelmişken söyleyeyim : “Hayat, arkadaşlıktan daha büyük bir armağan veremez insana Ben de, sizler gibi değerli arkadaşlar ve dostlar kazandığım için çok mutluyum. Sağlıcakla kalın.
KARAHAN: Çok teşekkürler.

HİLAL KARAHAN FACEBOOK SAYFA ADRESİ:
http://www.facebook.com/group.php?gid=103069959751065#!/pages/HILAL-KARAHAN/112835882096610?ref=mf

HİLAL KARAHAN POETAS DEL MUNDO SAYFA ADRESİ:

http://www.poetasdelmundo.com/verInfo_asia.asp?ID=6552

MÜHÜR KİTAPLIĞI FACEBOOK GRUP ADRESİ:
http://www.facebook.com/group.php?gid=103069959751065