31 Ekim 2010 Pazar

ENFARKTÜS

ENFARKTÜS 

Dikkatle bakıyor, girmeye tereddüt eden, eşikte gürültüyle gerinen gölgelere. Ilık bir filbahri kokusuna yaslıyor rüzgâr çarpıntılı kapıyı. Emekli bir öğle sükûnet: Çıtırtılarla geziniyor boyası çatlamış duvarların ve küf kokan zeminin üzerinde. Haziran. Hızını alamıyor içi, neredeyse konuşacak: “Nasıl satarım? Dedem, babam, amcam saçını burada ağarttı. Altı hane ekmeğini yedi. Taze simit ve peynir kokar sabahları masalar. Rüzgâra cilvelenir şu akasya, kovalar sırtını kazıyan öğrencileri. Aynı masaya oturur yirmi yıldır aynı adamlar; öksürerek selamlaşırlar. On beş milyar, tık para. Ne demeli? Yere mi değmeli, göğe mi?” Konuşmuyor.

Bacak bacak üstüne atıp arkasına yaslanıyor. Soluk aldıkça, boyası aşınmış sandalye gıcırdıyor. Son zamanlarda göğsüne ellerini daldıran yine o ağrı... Ölecekmiş gibi hissettiği o ağırlık, o soluksuz… kekre... Tuhaf, gittikçe yabancılaştığı acı. Elleri titremese tutmaz bileklerini hayır; henüz çaresiz değil. Kırk derece sıcağa rağmen serinlikte ısrar eden kahve yine dar geliyor. “Satmalı... Kapatmalı burayı.” Hâlâ konuşmuyor.

Avluya çıkmayı düşünüyor. Gençliğinden beri, kendini bilen taşlık yolda yürümek
onu rahatlatır. Yürürken düşüncelerin hızla akması, birden fark edilen yeni koridorlar ve kapıların ardına kadar açılması... Akasyaya sırtını verip cigara içmek, masalara oturmuş ölümü bekleyen ve inadına gülümseyen, kasketli ve ceketli, bıyıklı ve takma dişli emeklilerle şakalaşmak, kaymakamın yeni çapkınlığını konuşmak ve buğdayları ve havaları ve radyo dinlemek: ajans haberleri ve yurttan sesler korosu ve Bedia Akartürk ve Özay Gönlüm... Çıkmıyor.

Sandalyeye bağdaş kurup sırtını duvara veren, kendini belki de sadece burada güvende hisseden kasketli ve bıyıklı, yüzü uzun, çizgileri uzun, elleri uzun, ayakkabısını çıkarır gibi cigara içen bir babanın oğlu, kırk yıllık betoncu Salih’e takılıyor gözü. Bu gün de iş bulamamış. Evde beş bebe...

            —“Çay demlendi mi oğlum?

            — “Altına su koydum, kaynıyor baba!

            Çay demlensin, bir bardak verecek garibe. İş bulamayınca gelir; kahırlı kamyonet, gözlerini yerde kalanlardan kaçıran kafalarla dolup hareket edince, sabahın yedisine terk edince geride kalanları... Daha kapıyı açarken bismillah, süzülür içeriye:

            —“Selamun aleyküm Hacı Amca!

            — Aleyküm selam Salih!?!

            Hep aynı yere oturur. Cigara içmese kıpırdamaz ağzı. Arada, romatizması azacak korkusuyla cereyandan kaçanlar içeriye girmese, hiç kımıldamaz. Kırk yıldır aynı bezgin, yenik Salih: Dedesi dedesini tanır, yakın köylerden; Fransızlar’ın saldırdığı zamanları anlatır. Oğulları Çanakkale’de, aynı taburda er.

            — Oğlum çay demlendi mi?

            — Kaynıyor baba!
           
Ne söylenir şimdi Salih’e? En büyük iletişim ve incelik, çay ikram etmek değil mi? Yalnızlığı bir bardak çaydan daha iyi ne saklayabilir? Çayı verince gözleri, sırtı okşanmış
bir çekirge gibi gözlerine değecek ve bardağa düşecek. Belki zorlanarak bir-iki kelime:

            — “Sağ olasın Hacı Amca!

            Çalıştığı yere benzeyen emekliler gibi, betona dönüşmüş Salih: aynı yüz ifadesini eskitmeden günlerce giyebilir. Aklından neler geçer bilinmez. Gençlerle futbol muhabbeti yapmaz, çapkınlığı yok, politikadan anlamaz, evini, çocuklarını anlatmaz. Allah’ın kulu bir Salih... Ölse, soranı olmaz.

            Ne söylenir ki Salihler’e?

Ağrı ağır, zorlanarak kalkıyor sandalyeden. Arkaya, çay ocağına bakacak. İçinde gölgelerin gürültüsü, artık hiçbir şey duymuyor. Ne kadar sıcak oldu böyle! Sanki birisi göğsüne ayağıyla basıyor, eziyor gelmişini geçmişini. Uzun sürdü bu sefer.

            — “Oğlum, çay demlendi mi?

                                                                                   Hilal KARAHAN
Mart 2004
Ankara