1 Kasım 2010 Pazartesi

PELTUKA

PELTUKA
Bu metnin ilk hali Kül Dergisi’nde yayımlandı.
(Sayı 42, sayfa 78)

Uzandı, –torbasını taşıyamayan bir yazdı– raftan siyah çizmeyi aldı. Cila ve boya kokusunu artık kaldıramayan kapakların arasında yürüdü gözleri dikişleri: Bir kadının ömrünce aldığı yol işte 36 numara bu mesafeydi. Çelik masanın çekmecesini açtı, diyanet takviminin sararmış yaprağına sardığı bakır çivileri dağıtmadan ökçeyi çıkardı. Tabureyi çolak makineye yaklaştırıp bez kaplamanın yırtığından görünen kahverengi süngere oturdu. Henüz insanın ağırlığını kavramamış ökçeyi çizmenin tabanına koydu. Tığ işi seccadenin altına sinmiş alet kutusundan peltukayı buldu, başparmağının ucuyla peltukanın ağzına dokundu, –silahını saklamış bir ikindi ezanı usulca okundu– belli belirsiz gerildi bıyığı: gülümsedi mi?

Açık çakıları çocukken de severdi; hep ıslak, hep tarhana yapılan bir mahallede koştururken çarpık bu bacaklar: Çardağı peruk yapmış kel evlere hep aynı kapıdan girerdi akşamlar. Avluya yarasını açan kadınları itinayla yaşama bağlardı kızartma kokuları. Orada, o anlamın unuttuğu mekânda, kendisinden başka hırsı olmayan küptü zaman. Küflü gözlerini yere diker beklerdi çocuklar: Birisi konuşsun, inceldiği yerden kopsun… Çok sonralarıydı köşesinde çürüyen o inşaat, o inşaatın ikinci katı: İlk cigara içmesi ve bir kızın memesine ilk değmesi, kahraman!

Bir dağ rüzgârını nasıl olduysa özlemiş eski, demir kapı birden ardına kadar açıldı: Gazeteler, kutu kapakları, naylon torbalar, deri-lastik parçaları, gölgeler, kokular ve kinler hızla havalandı. Üç metrekarelik yaşamını bıraktı peltukanın yanına, kalktı, eşikte bir cigara yaktı…

                        Hilal KARAHAN
                                     Kasım 2003
                                       KONYA