27 Mart 2011 Pazar

MELEK UYKULARI, TUTKULU BİR AŞKIN SESSİZ BEKÇİLERİ

MELEK UYKULARI, TUTKULU BİR AŞKIN SESSİZ BEKÇİLERİ
Hilal KARAHAN, Eliz Dergisi, 26. Sayı, Şubat 2011
           
            İbrahim Topaz, 1986 Erzurum Oltu doğumlu, genç bir şair. Erzurum, İstanbul, Burdur üçgeninde geçen yaşamının tanığı olan şiirleri, çeşitli dergilerde, yıllıklarda yer aldı. Melek Uykuları isimli dosyada topladığı bu şiirleriyle, Ulusal Zeus Şiir Yarışması’nda 3.lük Ödülü ve Homeros Salah Birsel Jüri Özel Ödülü’nü aldı. Şairin ilk şiir kitabı, dosyası ile aynı isimle, Haziran 2010’da Mühür Kitaplığı’ndan çıktı.
            Melek Uykuları 62 sayfa, içinde 27 şiir bulunuyor, “Hicazkar Hayıflanışlar” ve “Melek Uykuları” olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Küçük harfleri tercih eden şairlerden Topaz. Kapakta kahverengi tonlarıyla, Tamer Taşçı’nın bir resmi kullanılmış: Uçurumun kıyısında bir adam, kendinden çok uzakta ve aslında havada asılı duran sivri bir kayaya attığı kemende tutunuyor... Aslında kapakta kitabın tüm teması anlatılmış oluyor…

1. Bölüm: “Hicazkar Hayıflanışlar”

            “Hicazkar Hayıflanışlar” bölümünde üç veya dört kıtadan oluşan, kısa, lirik 4 şiir var. Son şiir olan “Yağmurlar”, bölüm içinde ayrı bir bölüm gibi, numara verilerek birbirinden ayrılmış 10 kısa şiirden oluşmuş. Bu şiirlere günlük konuşma dili ve temiz bir Türkçe hâkim. Son derece çarpıcı imgelerle anlatılan naif duygular. Umutsuz bir aşka yakarışla, bir tanrıçaya tapınma eylemi arasında gidip geliyor bu şiirleri ören ses. Zaman zaman intihara meyleden, ölümü arayan, ölüme sığınan bir tutku bu, umutsuz olduğu kadar da arzulu… Şiirlerin isimleri de bu çırpınışı yansıtıyor: “Dilsiz Aşk”, “Eflatun Ölüm”, “Arayış”, “Yağmurlar”.

“yalnızlığın resmini çiziyorum
yıkanmamış bir gökyüzüne.”

“geceyi ayaklarından astılar
ve ay ışığı intihar etti
şimdi sahiller ne yapacak”

“gecenin kül rengi gözleri
yüreğimin metal kapısını aralıyor teselli gülleriyle.
aşkın karanfil endamıyla yanan parça parça yüzü
rüyalarımın kokusunda gizli.
gönül borçları cebime koyduğum kalbimde
mavi susuzlukla baş başa”

“kayboldum…
sende arıyorum bulamadığım kendimi

kimdim ben?
gidecek kimsesi olmayan
ıslanmamış bir gözyaşı mıyım?”

“masumiyetini senden çaldım ey sevgili
yastığımda unuttuğun ruhunla beraber.”

“yalnızlığı evlat edinmek
ve kucağında ölmek saçlarını uzatmış sabahın.”

“aşklar maya tutuyor suskunluğunla”

“sen değil misin
yağmurun bedenime sızan ürpertisi
kimsesizliğim yalnızlıkla,
kederli bir yeryüzünden kaçıp geceye misafir olan”

“ey ölüm! seni aldattım
yaşamın solgun ırmağında.”

“ateşle oynayan sesin geceyi beslerken

aşkın büyüsüyle emzir beni!
tutuştuğu zaman telaşla öptüğüm rüzgâr”

2. Bölüm: “Melek Uykuları”  

            23 kısa şiirden oluşan “Melek Uykuları” bölümündeki şiirlere, ilk bölüme göre daha yoğun, daha tutuk bir dil hâkim. İmgeler güçlü, renkler parlak, tüm duyulara hitap eden şiirler bunlar. Karanfil dumanları, tütsüler, baharat kokuları arasından, şaşırtıcı renkler sızıyor, bu şiirlerin okuyanda yarattığı mabedin karanlığına… Bu bölüm de bana göre kendi içinde iki bölüme ayrılıyor, ancak bu yapısal farklılığı şair belirtme gereğini görmemiş: “Melek Uykuları”, “Seninle Sevişmekten Korkuyorum”, “Eylül”, “Ölüme Leke Sürmek Adına Karanfil Kokuları”, “Gölge”, “Kalp Yorgunluğu” şiirleri, 1–2–3–4–3–2–1 dizelik kıta yapısından dolayı ayrı bir bölüm kabul edilebilir. Bu özellikli dize ve kıta yapısı, Baki Ayhan T.'nin “Soylu Yenilikçi Şiir” anlayışındaki şiirlerdir. Bu şiirlerin ilk dizeleri, kilide giren anahtar gibi, tüm şiirin temasını verir:

“alev: yokluğunda uyuyan masumiyet kolyesi…”
 “sensizlik bir gün soğuk yorgunluk olacak kendini damlalara bırakan”
“bir parça kefen dikmeliyim gülkurusu saçlarından ruhuma”
“iki sevgili birbirine ölüm ikram ediyor gömülü karanlıktan habersiz”
“her damla kendinde kaybolur arta kalan susmanın pıhtısını unuturcasına”
“ellerime kazılan ırmaklara aldırmadan karıştırıyorum kendimi gölgeme”
“tufan değil saçlarına biriken; yaşamdan kaçan ölümdü”

            1–2–3–4 dizelik kıtalarda, belirlenmiş olan tema gittikçe yoğunlaşıyor, ivme kazanıyor, ritim hızlanıyor; 3–2–1 dizelik kıtalarda da her şey çözülüyor, ritim ve yoğunluk azalıyor. Yine de, ilk dizelerin açtığı kapıyı, son dizeler kapatmıyor, açık bırakıyor… Bu şiirlerde bitmemişlik duygusu, yoğun bir keder, hatta depresyon ve intihara meyil görülüyor. İbrahim Topaz’ın aslında hemen her şiirinde ölüm teması geçiyor, ancak bu şiirlerde özellikle yoğun işlenmiş. Topaz’da, ölüm teması, ölüm gibi değil de hayatın tüm çetrefilliğine, aşkın yorucu azabına bir tür karşı çıkış gibi duruyor. Her yerde ölüm var. Her şiirde. Ancak her dizede geçen ölüm, birbirinden oldukça farklı değer kazanıyor. Bazen acı, bazen keder, bazen elem ve öfkeye dönüşüyor ölüm; bazı şiirlerde ise hayata meydan okumaya benziyor:

“söyledim uslanmayan sesimle
ölüm bile ölecek bir gün”

“ölümün şeffaf dudağına gizlenen aşkın sûreti!
ruhunu ruhuma yasla”

“tufan değil saçlarına biriken; yaşamdan kaçan ölümdü”

            Topaz, aşkı çok tutkulu, arzulu, korkulu ve şiddetli imgelerle betimliyor. Şefkatli bir sevgi değil bu; öyle ki, sanki bir Tanrıça’ya yakarış gibi, kendinden geçen, yerlerde sürünen, O’na yakaran, O’nun ayaklarına kapanan bir sevgi... Tüm insani duyguları, zaafları ve erotizmi bu şiirlerde bulmak mümkün.

“parmaklarım gerdanında yeni bir aşkı besteliyor
geceyle mayalanan tütsülere

sıkıntının rahatlığını atıp üzerinden
dizimde uyuyorsun yarım uykuyla
kanım çakıllar taşıyor sinsice”

“ölüm, teninde kendisini şifrelerken
seninle sevişmekten korkuyorum”

“sınırsız bir okyanus eşliğinde
demlemelisin beni tutkuyla.”

            Bu bölümde bazı dizeler oldukça yoğun, çok imgeli ve uzun kullanılmış. Bu yoğunluğun nedeni 1–2–3–4–3–2–1 dizelik kıtalara uymak kaygısı mı? Sanmıyorum, çünkü bölümdeki her şiir için bunu denememiş Topaz. Belki de kendi içinde bir kötürüm gibi, bir duygu yumağı gibi biriken bu bataklıktan çıkamadığı için böyle yoğun yazmış olabilir:

“iki sevgili birbirine ölüm ikram ediyor gömülü karanlıktan habersiz”
“zorlu bir kahkahanın sökülmeyen acısına sığınmak buğulu rüya tadıdır”
“varlıkla yokluk arasında bilmem ki kaçıncı evresindeyim cinnet saatinin”
“ne yapsam titrektir cisimlerin pasa bulanmış hayalet korkuları”
“zaman sınırıyla gidişlere bölünmeliyim belki de, sana susarken”
“elime kazılan ırmaklara aldırmadan karıştırıyorum kendimi gölgeme”
“bağımlılık uğruna derinlik ilgisi arayarak yoğunlaşmalıyım şimdi”

            1–2–3–4–3–2–1 dizelik kıtalarla yazılmış şiirlerin hepsinde ölüm, depresyon, acı, azap ve yas var. Topaz iklime yabancı, kendine yabancı ve hatta ölüme yabancı: Şaşkın bir şekilde duraklıyor okuyan, bu şiirlerde... Bu şiirlerin yoğunluğundan sızan anlam, şairin nesnesine uzaklıktan ziyade, okuyanın kendine yabancılaşmasına dönüşüyor:

“yudumlanıyor zaman ürperişlerinde serinlik ritmi
pas tutan yakınlık değil mi dilimizin altına uzanan?”

“sıkıntı dedim! bırak kuştüyü hafifliğini çürüyen bedenime”

            Ancak, “Melek Uykuları” bölümünde yer alan ve 1–2–3–4–3–2–1 dize ritmine uymayan diğer şiirlerde daha coşkulu, daha tutkulu ve en önemlisi umutlu bir âşık sesleniyor. Belki daha farklı bir zamanda yazılmış olabilirler. Depresyon bitmiş. Ses, şiirin akışı oldukça farklı bundan sonra:

“işte geldim
son sözü söyle

gürültüyü sildim sesinden
ararken nefretin yankısını”

“sen bir çocuksun!
hadi yangınımdaki gürültülü sözcüklerin üzerine yürü”

“gel! gel benim annem ol.”

“sesi akıyor renkli mercanların
saçlarındaki vişne dudaklı elmaslara”

“buruşuyor akşam kızıllığıyla yıkanan saçların
ben hangi şehrin kalbinde kuruduğumu bilmiyorum”

            Kitapta zaman zaman, günümüzde moda olduğu üzere, boşluk, kesme işareti, parantez işareti gibi bir takım göstergelerle, kelime içinde hareket ve uç anlamlar yaratılmış:
“s(aşk)ın, “s uçsuzluğuma”
           
            Şiirlerde yer yer özlü söze ve bilgelik retoriğine yaklaşan dizeler kullanılmış:

“uzaklaşmak istedikçe yakınlaşıyorum”
“hayat ölümün tedirgin hayranı”
“ben hep size kavuşmak için yol olmalıyım”
“sende buldum kaybolan kendimi”
“artık sen oldum
artık hiç
var olmak sen olmaktı”
           
            Sevgi, Topaz için her şey. Kitabın sonunda şiddetin bitişi, affediliş ve öfkenin sona erişi var. Kin-nefret neredeyse hiç kalmıyor. Umut dolu, besleyen, büyüten bir sevgiye dönüşüyor söz. Anne sevgisi, ilahi aşk ya da bir Tanrıça’ya duyulan adanma gibi,  kalbi yumuşatan bir kalıba giriyor aşk:

“ezilen kalbim ana kucağı biliyor bastığın her yeri”
“bastığın yer oluyor, büyüyorum”
“sen konuşursan susar hayat, soluğu kesilir kalbimin
 bıraktığı yerde bulur renkler yıldızlarını”
           
            İlk sözü de, son sözü de aşk Topaz’ın. Melek Uykuları’nda aşkın tüm hallerini anlamaya çalışmış. Aslında tüm kitabı onun tek bir dizesi özetlemiş:

            “yok olur bu şehir unutursam adını”

(İbrahim Topaz, Melek Uykuları, Mühür Kitaplığı, Haziran 2010, 62 sayfa)